Bülent Usta Kışın ortasında bir bahar güneşi… Hava o kadar güzel ki… Ataşehir’deki yüksek binaların arasında yürürken, güneş bir kayboluyor, bir beliriyor. İnsan da kendisi için bir görünüp bir kaybolmuyor mu? Şu an kendime bir yanım görünüyor, güneşin ortaya çıkardığı iyimser yanım… Sonra köşeyi döner dönmez bir politikacının afişini görüp karamsar yanım belirecek belki. İnsanın […]


Bülent Usta

Kışın ortasında bir bahar güneşi… Hava o kadar güzel ki… Ataşehir’deki yüksek binaların arasında yürürken, güneş bir kayboluyor, bir beliriyor. İnsan da kendisi için bir görünüp bir kaybolmuyor mu? Şu an kendime bir yanım görünüyor, güneşin ortaya çıkardığı iyimser yanım… Sonra köşeyi döner dönmez bir politikacının afişini görüp karamsar yanım belirecek belki. İnsanın o kadar çok yanı var ki, bütün bu yanlar ne kadar uyum içindeyse…

Daniel Kehlmann’ın yeni çıkan “Gitmeliydin” adlı novellasındaki senarist geldi aklıma. Novella, bir dağ evine tatil için giden çocuklu bir çifti anlatıyordu. Senarist, aşkı ve evliliği sorgularken halüsinasyonlar görmeye, tuhaf sesler duymaya başlar. Hatta, senaryosunu yazdığı defterinde, kendisinin yazmadığına inandığı cümlelerle karşılaşır. Kitabı okurken, senaristin yüzleşmekten kaçındığı meselelerle, hatta yanlarıyla o dağ evinde karşılaştığını ve bu defa kaçamadığını düşündüm, hayalet kendisiydi, deftere o cümleleri yazan diğer yanıydı, bölünmüş benliği belki… Psikozun nasıl ortaya çıkabildiğini bütün belirtileriyle gözler önüne seriyor yazar.

İnsan, kendisine yalan söylemekte ve gerçekliği çarpıtmakta maharetli bir canlı. Özellikle günümüzde daha bir karmaşık mesele halini aldı gerçeklikle ilişkimiz, kendimizden kaçmanın öyle çok yolu var ki artık. Peki ama gerçeklik ne? Kaçılan, kaçınılan şeyler mi? Gerçeklik diye düşündüğümüz şey de bir başka kaçış yolu olabilir mi? Gerçekliğin eskisi gibi özcü bir biçimde ele alınamadığı açık. Gerçeklik, “Bölünmüş Benlik” kitabının yazarı Laing’e göre ilişkisellik içinde kavranabilir ancak: “Böylece aklıbaşındalık veya psikozun, birinin aklının sağlamlığının ortak onayla kabul edildiği durum içindeki iki kişi arasındaki ayrıklık ya da birlikteliğin derecesiyle sınandığını öneriyorum.”

Freud, nevrozla psikozu birbirinden ayırt ederken, birinde ıstırap veren düşünce ya da imgelerden bastırma gibi gelişkin savunma mekanizmalarıyla kaçınıldığını, diğerinde ise bütünüyle imha edildiğini yazmıştı. Bastırma, her zaman kısmidir ve arkasında sonradan hatırlamaya yarayacak izler bırakır, ama imha etmede o düşünce ya da imge amansız bir biçimde koparılıp bütünüyle dışarı atılmıştır. Asıl zorluk ise, dış gerçeklikle iyi bir uyum içinde olan “örtük şizofreni” gibi psikozlarda yaşanır. Arno Gruen’in “Normalliğin Deliliği” kitabında ele aldığı gibi, insan, dış gerçeklikle ve iktidar sahibi güçle boyun eğici bir biçimde uyumlu olarak, hatta bu zorlantılı uyumun bir sonucu olarak da ruh sağlığını yitirebilir.

Çocukluk, hatta bebeklik dönemini psikolojide bu kadar kıymetli yapan şey, Adam Phillips’in de altını çizdiği gibi belki de gerçeklikten kaçınmayı bilemediğimiz bir dönem olmasıdır. Çocuklar, her zaman çok daha gerçekçidir, her şeyi olduğu gibi görebildikleri için. Bu yüzden “temel deneyim”lerin kaynağını oluşturur bebeklik ve sürekli olarak o deneyimlere başvurarak gerçeklik kurgulanır. Bu yüzden psikopatoloji tekrarlanır, kaygı azaltma işlevini gördüğü için. Temel deneyimler, yanılsamalı da olsa, çatışmanın kaynağını da oluştursa kendiliği tutan bir tutkal işlevi görür. Psikoterapist, erken dönem ilişkilerdeki bağlılığı tehdit ettiği için ya da o bağlılığa benzeyen bir ilişki biçimi sunduğu için dirençler ortaya çıkar. Insan, eskisi gibi kaçınamadığı bir noktaya doğru ilerledikçe, gerçekliği baş türlü deneyimledikçe tekinsizliğin içinde bulabilir kendisini. Yeni olan çoğu zaman korkutucudur, ama bu tekinsizlik göze alındıkça ilişkisel dünyanın kapıları da yavaş yavaş aralanır, eski işlevini yitirmiş temel deneyimlerin yerini yenileri alır.

Kışın ortasında bahar güneşi… Güneş, bir görünüp bir kayboluyor binaların arasında…