Seçimin kazananı gerçekten Biden olursa, Trump'tan farklı politikalar izleyeceğini umut etmek gerçekçi olmaz. En fazla sermayenin Trump dönemindeki ölçüsüz hareketlerine ufak tefek sübapların gündeme geleceği öngörülebilir. Elbette emekçilerin sınıfsal taleplerini iktidara dayatmaya devam etmesi durumunda...

Gerçekten, fark eder mi(ydi)?

DENİZ SCHULZE

Bu yazının kaleme alındığı dakikalarda 2020 ABD Başkanlık Seçimleri için kullanılan oyların sayımına yeni geçilmişti. Oy pusulaları tedirginlikle açılmaya başlandı ve 100 milyon civarında posta oyuyla birlikte belki de haftalar sürecek buğulu bir sürecin içine girildiği anlaşıldı. Neyle karşı karşıya olunduğu az çok netleştiğinde aslında seçimlerden çok daha önce masaya yatırılması gereken bir soru, dünyanın pek çok yerinde daha güçlü bir tonla seslendirilmeye başlandı: „Biden ya da Trump… Hangisinin başkan olacağı o kadar da önemli mi?"

Kişilik özelliklerine ve kariyerlere indirgenmiş bir farklılık anlayışından yola çıkılmayacaksa cevap basit aslında. Ancak bu soruya bir yanıt vermeden önce, ülkenin içinde bulunduğu politik ve ekonomik açmazların bir kez daha kısaca özetlenmesinde fayda var. Böyle bir özetleme yapılırken belki de bugün daha salim bir kafayla sorulması gereken şu sorudan yararlanılabilir: Trump'ın 2017´de başkanlığa gelmesi, küreselleşme eleştirmeni Naomi Klein´ın Hayır Demek Yetmez kitabında belirttiği gibi, sermaye talepleri ve Amerikan siyaseti açısından bir kopuş ilişkisi içinde mi düşünülmeli?

YOKSULLARA REVA GÖRÜLEN KAPİTALİZM

Geçtiğimiz son dört senede toplumda, sosyalizme olumlu yaklaşanların oranının Trump öncesine göre hayli yükseldiği görülüyor. 2016 yılında Gallup Anket Şirketi tarafından 50 eyalette uygulanan bir ankette sosyalizme pozitif yaklaşan 18 yaş üstü Birleşik Devletler vatandaşı oranının %35 olduğu tahmin edilmekteydi. Hatta demokratlar arasında bu oran %58 düzeyindeydi[1]. Pew Research´e göre bu sayının geçtiğimiz sene içinde %42´ye (ve demokratlar arasında %65´e) yükseldiği görülüyor[2].

Bu noktaya gelinmesi ile Bill Clinton yönetimi döneminde Çalışma Bakanı olan iktisatçı Robert Reich´ın özellikle Trump döneminden söz ederken kullandığı „zenginlere sosyalizm, yoksullara kapitalizm“ sloganı arasında bir ilinti olabilir mi?

Artık IMF´nin (Haziran 2020 raporu) bile eleştirdiği “şirketlerin kurtarılması” politikası emekçi sınıflara neyin reva görüldüğünü çok net bir şekilde göstermesine rağmen bu dönem belki bir ‘istisna’ olarak görülebileceğinden, isterseniz 2019 sonuna kadar Trump yönetiminin izlediği bölüşüm politikalarına ve kaynak aktarım tercihlerine dair birkaç örnek verelim.

Trump daha iktidarının ilk aylarında basına sunduğu bir dizi plan ile özellikle Obama döneminde artırılan kamu harcamalarına karşı büyük bir saldırıya geçileceğini duyurmuştu. Temiz su arıtma projelerinden, afetlerde yardım sağlayacak ulusal komitelerin hazırlanmasına kadar pek çok kamusal programın ödenekleri ivedilikle kısıldı. İş yerlerinde adil ücretlendirme sağlanması , ayrımcılıkların ve iş kazalarının önlenmesi için 2009 yılında çıkarılan Fair Pay Act yasası iptal edildi[3].

2017´nin sonuna doğru, vergi oranlarına ilişkin yasal değişikliklerle (Tax Cuts and Jobs Act) büyük şirketlerin vergi yükü ciddi oranda hafifletildi. Böylece Obama döneminde hayata geçirilen „Hasta Koruma ve Ekonomik Destek“ hizmetleri için gerekli olan bir finansal kaynak da kesmiş oldu. Sağlık sigortası olmayan Birleşik Devletler vatandaşı sayısı sadece birkaç ay içerisinde 2.8 milyon kişi artarak 2018 ortalarına doğru 13.7 milyona çıktı. Buna karşın Bloomberg´in bir haberine göre vergi yasasında yapılan düzenlemeler sayesinde ABD Bankaları, sadece 2018 yılında 21 milyar dolar kar elde etti. İstihdam oranları ülke genelinde Trump iktidarından öncesine oranla -en en azından 2020´ye kadar- görece artırıldı. Bununla birlikte başta General Motors olmak üzere bazı büyük fabrikalarda on binlerce işçi daha 2019 yılında işten çıkarılmış bulunuyordu.

Döneminin dış politikasına girecek kadar yerimiz yok ama Trump´ın petrol şirketlerinin ülke dışındaki hükümetlere kendi markalarının kullanımını arttırma amacı ile yaptığı ödemeleri şeffaf şekilde açıklamalarını zorunlu kılan kanunu da (kısaca: H.J.Res.41) değiştirdiğini hatırlamakta yarar var. Bu hamlesi ile yerli sermayedarlarının işbirlikçi hükümetlere vereceği rüşvetin önünü açmış olması da Trump dönemi politikalarının hangi motivasyonlarla belirlendiğinin altını çiziyor.


TRUMP´IN "SAFLARI SIKLAŞTIRMA" POLİTİKASI

Türkiye´deki seçim manzaralarından da aşina olduğumuz "oylar sayıldı ve ben kazandım, sayımı durdurabilirsiniz“ türünden absürtlükleri abartmamak gerekiyor. Buradaki esas soru(n), böylesi liderlerin kendi partilerinden de gelen eleştirilere, büyük toplumsal tepkilere vb. rağmen, neden ve nasıl kıl payı oylar aldıktan sonra kaybedebildikleridir. Sosyokültürel bir perspektiften bakıldığında bu tür başarıların ardında muhafazakarlık gibi geleneksel konumlanışlar kadar, “kitle klientalizmi” (1) veya ideolojik kutuplaşmalar gibi faktörler de rol oynuyor gibi görünüyor.

2017 yılında yapılan vergi mevzuatı değişikliğinin bir başka özelliği de Trump´ın Latin Amerika kökenli ve siyahi vatandaşları kendisine/partisine yaklaştırabileceğini düşündüğü "Opportunity Zone" (OZ-Fırsat Bölgesi) planıydı. Bu planla, belli bölgelerde yerel işletmelerin açılması kağıt üstünde kolaylaştırılıyordu. Özellikle de beyaz olmayan grupların yaşadığı yoksul mahallelerde ve çok düşük vergilerle! Ama OZ, pratikte vaat edildiği şekilde işlemedi, pek çok eyalette ikamet edilen bölge dışından gelen yatırımcıların kolaylıkla bu küçük "vergi cennetleri"ne girmesine izin verildi.

Bununla birlikte Trump´ın Florida eyaletinde oyunu artırmasında OZ´un da katkısının bulunduğu ileri sürülebilir. Demokrat eğilimli Miami´de sadece 2018 yılında 60´tan fazla bu türden fırsat alanları yaratıldı. Buradaki nüfusun %70´ini Latin Amerika kökenlilerin oluşturduğu veri alınırsa, adı geçen projeden de en çok bu kitlenin yararlandığı söylenebilir. Titizlikle yürütülen böylesi ekonomi-politikaların haricinde Trump, 500 bin Kübalının yaşadığı bu ilçede düzenli olarak mitingler organize etti. Mitinglerinde sosyalist Küba’ya karşı yürüttüğü politikaları anlattı. Özellikle yeni kuşak devrim karşıtı sağcı gençleri kendi tarafında durmaya davet etti. Aile birleşimlerinin gerçekleşebilmesi veya Küba´ya dönmek isteyen herkesin geri dönebilmesi için, rejimin yıkılması ve kendi iktidarının devam etmesi gerektiği (ideolojik) propagandasını yineledi.

Trump´ın faşizan sağcılığına başka örnekler de verilebilir. Tekrar 2017 senesine dönelim. 20 Ocak günü Trump resmi olarak başkanlık görevini devraldığında “iktidarı halka veriyoruz” demişti. Zaten onu iktidara getiren de pek çok kişi ve kurumu bir potada eriten böylesi bir anti-elitist söylemdi. "Bizi bir krizden ötekine sürükleyen elitler", "küresel şirketlere daha fazla kar sağlamak isteyen elitler", "medya elitleri" (2) benzeri nitelemeler, Trump’ın “Önce Amerika” odaklı seçim kampanyasının en yaygın parolalarıydı. Fakat Trump, iktidara geldikten sonra sadece boş laf olduğu belli olan bu tür nitelemelerden vazgeçti. Kendisini her ne kadar mükemmel bir başkan olarak da görse, göreve gelişinin ilk gününden itibaren ona karşı yapılan yüzlerce protesto gösterisinden kaynaklı olarak, halktan yeterli saygıyı gördüğünü düşünmedi.

O kadar ki bir süre sonra söylemde dahi olsa kapsayıcılıktan ve sahte elit düşmanlığından tamamen vazgeçip sağ retoriğe tutundu. Ona göre kitleler, ancak -ironik biçimde Amerikan siyasetinde liberal olarak adlandırılan- sol kesimlere sırtını çevirirse istediği saygıyı görebilirdi. The Atlantic´den, Derek Thompson´un da belirttiği gibi, seçim propagandasıyla ve sağ ideolojik söyleme yaptığı atıflarla, Trump sağcı ve sağ eğilimli kitleleri kendi etrafında birleştirmeye gayret etti. Söyledikleriyle bu kitleleri biçimlendirdi (3).

İronik olarak, Demokratlar´ın baştan beri istediği de buna benzer bir şeydi. Çünkü böylece cinsel veya etnik kimlik talepleri kadar emek ve eşitlik mücadelesi de tek bir yerde sabitlenecek, önünde sonunda kendi partilerine olan inancı sarsacak gerçek bir alternatif ihtimali ortadan kalkmış olacaktı. Hatırlayalım: 45. başkanlık yarışı sırasında Bernie Sanders kitleleri “ücretsiz sağlık sigortası”, “ücretsiz eğitim hakkı”, “büyük şirketlere yüksek vergiler”, “öğrenci kredi borçlarının silinmesi” gibi taleplerle harekete geçirmişti Üstelik de kerameti kendinden menkulmuş izlenimi veren "demokratik sosyalizm" kavramını popülerleştirmişti. O kadar ki ideolojik olarak birbirlerinin zıttı olmalarına rağmen, Trump biraz da rakibi Clinton´un kampanyasını zayıflatmak adına Sanders hakkında ılımlı söylemlerde bulunmak durumunda kalmıştı.

TOPLUMSAL HAREKETİN GERİSİNDE KALAN BİR “SEÇİM BAŞARISI”

Tekrardan günümüze gelirsek, demokratların kaymak tabakası ve Biden´in meçhul taraftarlarının beklentisi en çok da pandemi nedeniyle suya düştü denilebilir. Mayıs sonundan bu yana milyonlarca insan sokaklarda mobilize olmuşken, Biden´in mitingleri ve halkla buluşma etkinlikleri sadece birkaç yüz kişide karşılık bulabildi. Demokratların oy tabanı olarak gördüğü kitlelerin geçen yıllar içerisinde nasıl radikalize olduğu görüldü. Yürütülen emek düşmanı politikalar kadar, ötekileştirilen ve hor görülen siyahi kimliğin sola nasıl da açık olduğu, teoride değil, gerçek hayatta kanıtlanmış oldu.

ABD´de toplumsal hareketler Trump döneminde yükselişe geçmiş olsa da, esasen pandemi sürecinde hiç olmadığı kadar yaygınlaştı ve güçlendi. Burada sadece siyahi kitlelerin hak ve eşitlik mücadelesine odaklanmak, bütün renkleriyle Amerikan işçi sınıfına haksızlık etmek ve paydayreport.com´un interaktif olarak güncellediği grev haritasını göz ardı etmek olur. Bahsi geçen haritaya göre 1 Mart 2020’den beri ABD`de toplam 1100 grev yapıldı. Bu eylemler elbette BLM´yi de oluşturan kitlelerin katkısıyla yaygınlaştı. Onların birkaç cümleyle sınırlandırılamayacak mücadeleleri saygıyla anılmayı ve seçim rüzgarının ardında bırakılmamayı hak ediyor.

Seçimin kazananı gerçekten Biden olursa, Trump'tan farklı politikalar izleyeceğini umut etmek gerçekçi olmaz. En fazla sermayenin Trump dönemindeki ölçüsüz hareketlerine ufak tefek sübapların gündeme geleceği öngörülebilir. Elbette emekçilerin sınıfsal taleplerini iktidara dayatmaya devam etmesi durumunda...


Kaynaklar:

(1): Bonikowski, B. (2019). Trump’s Populism… s.123.
(doi:10.1017/9781108692793.006)
(2) Trump´a ilişkin daha fazla „söylem analizi“ için şu sayfadaki
linklerden yararlanılabilir:
https://www.politico.com/magazine/story/2018/11/01/donald-trump-elite-trumpology-221953
(3) https://www.theatlantic.com/politics/archive/2018/02/donald-trumps-language-is-reshaping-american-politics/553349/