Gericiliğe karşı mücadele

ORKUN SAİP*

4 Haziran günü, İstanbul Erkek Lisesi’ndeki mezuniyet töreninde öğrenciler, konuşma yapmak üzere kürsüye çıkan okul müdürlerini, ona sırtlarını dönmek suretiyle protesto ettiler. Bu olay sıradan bir demokratik protesto vakası olarak görülebilir ve bir grup duyarlı öğrencinin okullarında yaşanan herhangi bir sorun hakkındaki “farkındalık eylemi” olarak kodlanabilirdi. Öyle olsaydı; kim bilir belki de, aynı günün akşamına Şirin Payzın ya da Ahmet Hakan TV programında muhalif görünümlü liberal bir paketleme işlemine tabi tutacaktı bu protesto vakasını. Ama öyle olmadı. Haziran ayının ilk haftasında gerçekleşen bu eylem, yandaş basın organlarının hakkını teslim ettiği üzere, onlar için oldukça tehlikeli bir ruh halini, Gezi’yi, çağrıştırıyordu. Üstelik o ruh halinin bir liseyle sınırlı olmadığı çok geçmeden ortaya çıktı. Önce Galatasaray’da, ardından Cağaloğlu ve Bornova Anadolu’da ve son olarak da Vefa Lisesi’nde birbiri ardına protesto bildirileri yayımlandı. Tam da bu yüzden, bizler, 4 Haziran 2016 tarihinden itibaren, belli başlı liselerle sınırlı olmak üzere mikro ölçekli Gezi’ler yaşadığımızı tespit etmeliyiz. İyi niyetinden kuşku duyamayacağız ve fakat toplumsal karşılığı olmayan ajitasyonlardan, yenilgicilikle harmanlanmış nostalji güzellemelerinden farklı, Haziran Direnişi’nin toplumsallığıyla örtüşen gerçek Gezi’ler…

Peki neydi bu protestoları Gezici yapan özellikleri? Boyunca kitap/makale yazmış üniversite hocalarından tutun da, aydın geçinen nice sanatçı, gazeteci veya yazar-çizer “ağzımızın tadı kaçmasın Ali Rıza Bey” moduna girip “Pasifist Sulhi”lere dönüşürlerken; geleceğin Spartaküsleri olmaya aday 17-18 yaşlarında gençlerin kendi idarecilerini protesto etmeleri başlı başına bir olaydı. Ayrıca, liseli eylemleri; bir yanı savaş ve terör, diğer yanıysa “hüloğcu biat” tarafından kuşatılan memlekete küçük de olsa bir umut ışığı oldu. Üstelik o umut ışığı, Türkiye’nin toplumsal/siyasal fay hatlarından belki de en önemlisine projeksiyon tutuyor ve AKP rejimini –yani, temel motivasyonu dinci-gericilik olan bir despotizmi- teşhir ediyordu. Eğer Gezi/Haziran Direnişi dinci dikta rejiminin bir anti-teziyse, liseli protestoları da aynı anti-tezin bir devamıydı. Gerici rejim eğitime yüklendikçe, en az bir asırdır eğitim alanına kümelenmiş ilerici birikim direniyor ve kimi zaman mahallesindeki imam hatipleştirmelere karşı koyan aileleri, kimi zaman değerler eğitimi adı altındaki siyasal İslam dayatmasına karşı koyan öğretmenleri, kimi zaman da -liseli protestolarında olduğu gibi- kendi okulunun tarihine sahip çıkan basiretli gençleri öne çıkarıyordu. Dolayısıyla Gezi/Haziran Direnişi ile geçtiğimiz haftaya damgasını vuran liseli protestoları arasında hem bir süreklilik ilişkisi söz konusuydu hem de her iki olaylar dizisi de eşitlik, özgürlük ve laiklik gibi değerlerin üzerinde yükseliyordu. Gerek Gezi/Haziran Direnişi’nde gerekse de liseli protestolarında, deyim yerindeyse “eski Türkiye’nin ilerici/dinamik unsurları” başroldeydiler. Bu gerçeği eğip bükmeden ifade etmemiz gerekir: Evet, “beyaz Türk”, “elitist”, “laikçi teyze” ya da ”endişeli modern” sıfatlarıyla birlikte anılıp, “aylık sosyalist kültür dergileri”nde tiye alınan ve siyasal yönelimleri cuntacılıkla anılan toplumsal kesimlerden bahsediyoruz. Bu kesimlerin Gezi/Haziran Direnişi’ndeki varlığı kimine “Anti-kapitalist Müslümanlar” kadar sempatik gelmedi. Kimiyse onların merkezinde olduğu eylemlerde darbe tehdidi gördü. Ancak bugün anlaşılıyor ki, bu durum Gezi/Haziran Direnişi’nin “eski Türkiye’nin ilerici/dinamik unsurları”yla olan organik ilişkisini kesmeye yetmedi. Tam da bu yüzden, AKP rejimini karşısına alan liseli protestoları da aynı toplumsal zeminden beslendi. Yaşları gereği “laikçi teyzeler” yoktu belki, ama dinci-diktaya karşı “ama”sız topa girmeyi göze alanlar -liberallere inat- yine “beyaz Türkler”in, “elitistler”in veya “endişeli modernler”in -bu sefer ekseriyetle genç olanları- arasından çıkıyordu.

Geçtiğimiz bir hafta içindeki protesto olaylarının hemen hepsinin Türkiye’nin köklü okullarında meydana gelmesi tesadüf değildi. Dar-sınıfçı yaklaşımların ve yoksullukla özdeş alt-kültür güzellemelerinin aksine, bu köklü okulların sadece sınıfsal eşitsizlikleri derinleştirdiğine yönelik iddiaları tek doğru olarak kabul edemeyiz. Daha doğrusu, eğitimin geçmişteki kamusal niteliği, o okulları, egemen sınıfların gelecek kuşaklarına yaptığı yatırımlar olmanın ötesine taşıyor ve bu sayede emekçi çocuklarına da nitelikli bir eğitim alma imkânı tanıyordu. Hatta bazen bu durumun, kamusal eğitim paradigmasını aştığı da oluyordu. Öyle ki, bugünün Türkiye’sinde nice devrimci ve aydın o köklü okullardan çıkmış ve fakat safını emekçilerden yana seçmiştir. O nedenle, İstanbul Erkek Lisesi’nden bir öğrencinin, eylemlerinin niteliğine dair şu sözleri çok da şaşırtıcı olmamalı: “Bu protesto, okulu kendi zihni gibi karartmaya çalışan yobaz, gerici zihniyete verilmiş bir tepkidir.” Yine aynı nedenden dolayı aynı öğrencinin; okul içerisinde AKP’yi destekleyen yayınlar dağıtılmasından, kız öğrencilerin etek boyuna karışılmasından ya da okul içinde Kutlu Doğum Haftası etkinliği yapılmasından rahatsız olması da şaşırtıcı değil. Ciddi bir siyasal bilinç göstergesi olarak kabul edilmesi gereken bu tutumun ne ölçüde bir okul geleneğinin ürünü olduğunu, kaç öğrenci tarafından paylaşıldığını ya da aynı duyguların öğrenciler arasında benzer bir yoğunlukta yaşanıp yaşanmadığını elbette tam olarak bilemeyiz. Ancak “karanlığa sırtını dön” sloganının İstanbul Erkek Lisesi’nde onlarca öğrenci ve ailesi tarafından benimsendiğini, yine aynı okulda “yandaş değil, çağdaş idare” yazan bir pankartın açıldığını; Galatasaray Lisesi’nde “…öğrencinin çamaşır makinasını, piyanosunu çalıp evine almayacak, hiçbir padişaha kölelik yapmamış, Tevfik Fikret’in makamına yakışan bir müdür aran[dığını]…” ve bütün bunların Gezi’nin devamı olduğunu biliyoruz.

Dahası, 12 Eylül koşullarında Vefa Lisesi’nin duvarlarına, “Moskova düşer; Vefa düşmez” diye yazanların da aynı sıralardan geçtiğiniz biliyoruz.

*Dr., Kocaeli Üniversitesi