Gericiliğe mahkûm değiliz memleketi kazanacağız!

İlda Alçay Sepetoğlu

Geçtiğimiz günlerde HDP milletvekili Oya Ersoy, mecliste yaptığı konuşmada AKP'nin gerici adımlarına tepki göstererek "Size neden gerici diyoruz biliyor musunuz? Çünkü sizler 500 yıl geride kalmış Osmanlı'yı, 1500 yıl geride kalmış din esaslı toplum düzenini yeniden hortlatmaya çalışıyorsunuz. Biz kadınlar özgür olabileceğimizi öğrendik ve ne 500 yıl ne de 1500 yıl öncesine gitmeye niyetimiz yok. Götüremezsiniz" dedi.

Oya Ersoy’a karşı AKP ve İslamcı cemaatler eksenli tepkiler sosyal medyada hızla yayılırken, asıl dikkat çeken gelişme aynı partiden Hüda Kaya ve Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun tutumlarıyla geldi. Hüda Kaya, özetle “ilericilik ve gericilik ithamlarıyla Saray rejimini eleştirmek hem beyhudedir hem de sapla samanı karıştırmaktır" dedi. Gergerlioğlu ise “Müslümanlar için incitici sözlerdir. Dini inançta ve ifadede herkes özgürdür ama gericilik tanımlaması rahatsız edicidir” dedi.

Siyasal İslam’ın İdeolojik Hegemonyası

Türkiye’de bazı kavramlar hep tartışmalı olagelmiştir. Daha genel anlamda İslam’ın Türkiye’nin gündelik politik hayatında bir ideoloji, söylem ve pratik alanı olması üzerine kurulu “ilericilik-gericilik” bahsi de biraz böyledir. Tarihsel ve sosyal temelde pek çok sebep üzerine konuşulabilirse de temelde,“muhafazakâr-milliyetçi” (İslamcılık ve Türk milliyetçiliği gibi) kültürel kodların Türkiye toplumuna içkin olduğu ön kabulü (ve de propagandası),bu eksendeki tartışmaları belirleyen temel faktördür denebilir. Kuşkusuz bu iddialar, Cumhuriyet tarihi boyunca sağ iktidarlardan gelmiştir.

Ek olarak, Türkiye’nin 2000’li yıllarda AKP’yle birlikte adım attığı yeni neo-liberal düzende, daha doğru deyişle AKP’nin “özgürlükler ve demokrasi” temsilciğine soyunduğu ve sol-liberal kesimlerden hatırı sayılır bir destek aldığı ilk on yılda, “eski rejimin (Kemalist Cumhuriyetin)” İslamcılık söylemiyle eleştirisi Türkiye’nin her zaman başat gündemlerinden biri olageldi. Kuşkusuz bu siyaset, AKP’nin her zaman güç kazandığı ve kendi tabanını sürekli konsolide ettiği en önemli ideolojik silahlarından birisiydi ve bu siyaseti asla terk etmedi. İktidarının ilk yıllarında görece daha sakin tonlarda, fakat esas olarak da Gezi’den sonra keskinleştirerek ve toplumu açıkça bölerek kullanmaya devam etti. Böylelikle, “dini hassasiyetler ve değerler” söylemi -ki Türkiye’de açıkça Siyasal İslam’ın sembollerini içerek şekilde (Üniversitelere camiler, başörtüsünün kamuda serbest bırakılması, ezan sesinin bilinçli yükseltilmesi, cemaatlere sınırsız yetkiler vs.) insan hakları, adalet, özgürlük, eşitlik ve emek mücadelesini engelleme, manipüle etme, bastırma aracı olarak git gide kurumsallaştı. Öyle ki, AKP karşısındaki en büyük ana muhalefet partisi de bu söylemleri kullanarak “muhalefet” (!) etmeye başladı.

Nitekim, siyasal bir aygıt olarak din, her zaman egemen güçlerin elinde -tüm hâkim ideolojiler gibi- dönemsel taktik ihtiyaçlara ve politikalara göre yeniden şekillendirilir. Bu, aynı zamanda siyasi iktidarca uygulanan ve insanların başka türlü kabullenmeyecekleri önlem ve sınırlamaların dayatılmasını ve kabullenilmesini kolaylaştıran, “yönetim”in ideolojik-işlevsel aracıdır. Kitleleri “ikna etmenin” bir yoludur. Hemen belirtelim, burada sadece devlet kurumlarının ve toplumsal hayatı yönlendiren dinsel normlardan, söylemlerden ya da yalnızca dinin siyasete içkin bir özel hal almasından bahsetmiyorum. Çok daha aşkın bir noktadan, dünyevi olanı yücelten, kutsal kılan ve onun anlamına atfedilen bir dinsellik durumunun altını çizmek istiyorum. Zira ancak böylelikle öte dünyaya dair olan dinsel söylem bu dünyanın maddi ihtiyaçlarına göre biçim değiştirmekte ve de siyasi iktidarın meşruiyetinin kaynağı olmaktadır.

Tam da bu sebeple, bugünün Türkiye’sinde gündelik hayat, kamusal düzen, devlet kurumları bizzat İslamcı cemaatler ve tarikatlar ağının belirlediği referanslarla yeniden biçimlendirilirken, takındığımız her muhalif tavır, gündem-konu ne olursa olsun, bizi niyetimizden bağımsız olarak iki kategoriye yerleştiriyor: AKP’nin deyişiyle “dindarlar” ve “din düşmanları”.

Gericiliğe Karşı İdeolojik Mücadele, ama Nasıl?

Kuşkusuz, mesele de tam da burada düğümleniyor. Şöyle de söylenebilir, sistem içi ana muhalefetin krizi bu denklemde çözümsüz kalıyor: AKP’nin ve tarikatların-mafyanın yeni Türkiye’sinde, bu güçlerin kurduğu oyunda, onların kurallarına göre oynamak ve yer almaya çalışmak (!) Özetle, Siyasal İslamcı söyleminin ana belirleyen kılınmaya çalışıldığı bir Türkiye’de aynı jargonlarla, aynı akıl yürütmelerle, aynı ideoloji içerisinden muhalif politika üretmeye çalışmak.

Hatırlayalım, sıkla “AKP sonrası Türkiye” bağlamında tartışmalar yükseldiğinde, Kılıçdaroğlu, çokça tartışılan “helalleşelim” çağrısı yapmıştı. Sistem içi muhalefetin, İslamcı söylem karşısında sıkıştığı -daha doğrusu yukarıda bahsettiğim ve genel geçer bir gerçekmiş gibi kanıksatılmaya çalışılan ön kabule göre konumlandığı- ve dolayısıyla da fiilen AKP’nin elini güçlendirdiği çarpıcı bir örnek. Buna göre, demokrasi ve emek eksenli mücadele, doğası gereği sahip olduğu meşruiyetini dahi dini referanslardan, argümanlardan beslenerek kurmak zorunda artık(!)

Dolayısıyla burada ayrımı çok net koymak gerekiyor. Mesele, inanç ve ifade özgürlüğü değil, söz konusu edilen “inançların ve hassasiyetlerin” gündelik hayatın, kamusal düzenin sınırlarını belirlemesi, kısıtlaması, müdahale etmesi meselesidir. İşte “gericilik” tam da burada başlıyor ve adını doğru koymak gerekiyor. Bugün Türkiye’de dinci gericilik, diğer bütün gericilik türlerinin itici gücü haline geldiği için demokrasi, özgürlükler ve emek mücadelesinde bilinç açıklığıyla konumlanmak bakımından belirleyici bir öneme sahiptir.

Dinci Gericilik, Emeğin ve Özgürlüklerin Düşmanıdır

O halde devam edelim,

Memleketin dört bir yanı yoksulluğa karşı direniş alanı oldu. “AKP sonrası Türkiye” bağlamında “sokak ve sandık” ikilemi üzerinden yapılan tüm zoraki tartışmalar-açmazlar, şimdi, toplumsal muhalefetin siyasal muhalefetin önüne geçmesiyle kendi yolunu bulmaya başladı. Direniş, yaşamı şekillendirirken, emekçiler de seçimden seçime oy veren yığınlar olmaktansa emeklerine, geleceklerine sahip çıkan yurttaşlar olarak taleplerini sokaklarda, fabrikalarda, atölyelerde eylemlerle, işgallerle, grevlerle Türkiye’nin dört bir yanında dile getirmeye başladı.

Ama hem iktidar hem düzen muhalefeti sosyal hareketliliğe dönüşme potansiyeline sahip bu eylemleri görmezden gelmeye devam ediyor. Oysa bir avuç zenginin daha da zenginleşmesi uğruna, halkın emeğini gasp eden bir toplumsal düzeni savunan kişi “gericidir”. Burada, aynı zamanda, kamusal hayatın genel kuralları bakımından da çağdışı kalmış, hala mücadele edilmesi gereken birtakım değerlere, kurallara bağlılıktan da söz ediyoruz. Kadınları ikinci sınıf insan statüsünde görmek, gericiliktir. Kültürler arasında hiyerarşik sınıflamalar yapmak, gericiliktir. İnsanlığın geleceğini kapitalizme hapsetmek, onu doğal ve kaçınılmaz bir düzen olarak görmek gericiliktir…

Yani, gericilikle mücadele, sınıf mücadelesinin ayrılmaz bir parçasıdır.

Siyasal İslamcılık 20 yıldır adım adım toplumu tek adamın ümmeti haline getirdi. Yurttaş olmak, yalnızca seçim dönemlerinde önümüze sunulan seçeneklerden birisini tercih etmeye bağlandı. Bu sadece AKP eliyle değil “aman iktidara yaramasın” mantığıyla tüm muhalefetçe de benimsendi. Nerede bir direniş, grev, protesto varsa orada “sokak” lanetlendi, hak arama mücadelesi sandık siyasetine eklemlendi.

Sandık siyaseti tercihi, özünde, sınırlandırılmış bir demokratik katılımdır. Kazanılmış ve yasalarca güvence altına alınan hakların kullanılmasında ziyade, bugünün Türkiye’si bakımından, bu haklar arasından bize aslında “bahşedilmiş” olandır. 20 yıldır adım adım iktidarın tebaası haline gelmiş bir halka muktedir olanın bahşettiği türden yani…Yurttaşı ümmete çevirmek, yolsuzlukla, talanla, rantla, adaletsizlikle helalleştirmek gericiliktir!Bu sebeple yurttaşlık bilinci, gericilik ve yoksulluk karşısındaki en ön barikatlardan biridir.

Yani, gericilikle mücadele yurttaşlık mücadelesinin bir parçasıdır.

AKP, politikalarını toplumdaki -yine kendi sistematik çabalarının (eğitimin dinselleştirilmesi, tarikatlara sınırsız haklar tanınması vd.) ürünü olan- dinci eğilimleri güçlendirerek yaygınlaştırıyor. Bu kesimi besleyerek, toplumu bölerek iktidarını kuvvetlendiriyor. Neo-liberal politikaları da din sayesinde daha kolay benimsetiyor. Gün geçtikçe yoksullaşan, güvencesizleşen halk, on yıllardır tarikat ve cemaat ağlarından medet umar hale getiriliyor. Geçtiğimiz günlerde gündeme gelen Enes Kara’nın intiharı onlarca yıllık politikaların insanları nasıl çaresizliğe sürüklediğinin ve tükettiğinin en dramatik örneklerinden birisiydi. Gelin görün ki dindarlığın-muhafazakarlığın ve hatta tarikatların Türkiye toplumuna içkin bir gerçek (!) olduğu kabulüyle, en önde gelen muhalefet partilerinden hiçbirisi kimse ağzını açıp da “laiklik” diyemedi.

Laiklik mücadelesi bugün Türkiye’de emekçi halkın can simididir. Şayet bugün verilecek bir sınıf mücadelesi, özgürlük mücadelesi varsa bu bütün sokaklara yayılmış laiklik mücadelesiyle mümkündür. Laiklik, dinci gericiliğin en büyük panzehiridir.

Yani, gericilikle mücadele laiklik mücadelesinin bir parçasıdır.

O halde başa dönelim,

Saray rejimi elbette gerici bir rejimdir. Kimsenin inanç özgürlüğü sosyalistlerin konusu değildir. Ancak, neo-liberalizmle harmanlanmış İslamcı faşizm de özgürlük konusu değildir. Mesele zoraki kurgulanmış ve topluma dayatılan “dindar-din düşmanı” ayrımında değil, “ezen-ezilen” ilişkisinde, yani sınıf sömürüsündedir. Mesele,emperyalizmin ve kapitalizmin hunhar sömürüsüne itiraz eden, emeğine, geleceğine sahip çıkan, insan haklarından taviz vermeyen, kamucu, laik bir eksende ilerlemektir. Tarihin her durağında kazanılmış hakları korumaktır. Yani ilerlemek, ilericiliği savunmaktır. Mesele devrimciliktir.

Yani gericilikle mücadele devrimci mücadelenin bir parçasıdır!