Harçik suyunu Paga Al’deki telden köprüyü geçerek arkada bırakırdık. Ve sonra diz kıran bir yokuş başlardı. Bir kaç tepeyi tırmanıp en sonunda köye varırdık. Çocuktuk, iki saat içinde aç-susuz, kan-ter içinde kalırdık. Tek katlı, toprak damlı, üç beş evden oluşan bu tuhaf köyün adı Pazapun’du. Eskilerde keşişin burada mekan tuttuğu söylenirdi. O küçücük köyde, okuma […]

Harçik suyunu Paga Al’deki telden köprüyü geçerek arkada bırakırdık. Ve sonra diz kıran bir yokuş başlardı. Bir kaç tepeyi tırmanıp en sonunda köye varırdık. Çocuktuk, iki saat içinde aç-susuz, kan-ter içinde kalırdık. Tek katlı, toprak damlı, üç beş evden oluşan bu tuhaf köyün adı Pazapun’du. Eskilerde keşişin burada mekan tuttuğu söylenirdi.

O küçücük köyde, okuma yazma bilmez, Türkçe’yi konuşurken tek kendine gülen, hayatında belki iki üç defa yalnızca şehirdeki hastaneye gitmek için köyünden çıkmış, toprakla, karıncayla konuşan, keçileri alnından öpen benim Elif halam, her şeyden evvel insanı doyurmak gerektiğini bilirdi. Bize yüreğinden açtığı sofraysa, ekmek, tereyağ, çökelek (run-thorak), çay, iki tane taze soğandı.

İbrahim ve Ayhan Çatakçin, yalnız iki kardeşti. Büyüğü biraz saftı, gözleri tersine cin gibiydi, pırasa gibi bıyıkları, tarihöncesinden kalan elleri vardı. Küçüğü çok zekiydi, sarışındılar ve Sogayiyge adında bir köyde yaşıyorlardı. Köylerinde sürülmüş tarlaları, tarlaların yanıbaşında sessizce Harçik akardı. Harçik’ten de sessiz, kim oldukları meçhul silahlı adamlar, nedense bir geceyarısı bu köyden geçtiler. Ve o sabah, kendi halindeki bu iki kardeş tarlalarından alınıp, içeri atıldılar. Köylerinden dört yüz kilometre ötede, kırık dökük bir hapishaneye, akşamüstü kollarında zincirlerle ulaştıklarında, o gün ülkenin belli başlı cezaevlerinde siyasi mahpuslar açlık grevine başlamışlardı.

Bu mazlum iki kardeş, tam iki ay sonra Malatya’daki özel bir mahkemeye çıkarıldıklarında ip gibi ince olmuşlardı. Her ikisinin üstündeki giysiler bollaşmış, hele pantalonları palyaçolarınkine dönüşmüştü. Büyüğünün avurtları çökmüş, pırasa bıyıkları iyice uzamış, küçüğü hepten süzülmüştü. Hakim -daha sorguya başlamadan-, “size ne oluyor, siz niye açlık grevi yaptınız” dedi, Ayhan hemen yanıtladı: “yanımızda açlıktan ölüyorlar, insan olan seyreder mi?” İki kardeş o günkü ilk duruşmada tahliye oldu, geceyarısı evlerine ulaştıklarında babaları onlara tıpkı Elif halanınki gibi bir ziyafet sofrasını ta öğlenden hazırlatmıştı. Açlık grevleri hapishanelerde bir süre daha devam etti, sonra mahpusların istekleri kabul edildi.

Xızır orucu çetindir, buz gibi kış ayında başlar ve biter. Xızır çünkü darda olana, tipide kalana, hep kış ayında yetişirmiş. İşte bu Xızır’ın adına tutulan oruç, gece hava iyice karardığında bozulur ki, Xızır da gelip sofradaki yerini alsın. Bir de gençler vardır, üç gün üç gece su içmemenin, aç ve susuz kalıp bedenlerine eziyetin ödülünü, orucun son gününün gecesinde rüyada gülyüzünü görecekleri sevgiliyle alırlar.

İnsanoğlu sadece kas, göz, el, ayak ve zil çalan bir mide değildir. İrade, akıl, vicdan, bir de umuttur. Düşünceleri için kendi bedenini aylarca aç bırakarak ölmesini başarmıştır insanoğlu. İnsan misafirini doyurur, yanıbaşındaki diğer insanlara saygısından aç kalmayı da bilir. İdealler için, dayanışma için -bazen al yanaklı sevgili için-, insan kalabilmek için, ölebilir bu canlı kanlı, kırmızı suratlı İnsan, insan çünkü, umuttur.

Leyla Güven’in üç aya yaklaşan açlık grevine bakıp, yirmi yıllık mahpusluğunda değil başkası, kendisi için bile değil, değil bir gün, bir saat bile açlık grevi yapmamış Apo için ölüme yatmasını, siyasi mesaj vermek istemesini, bir kadın olarak bedenini ölüme terketmesini eleştirenler var, olacaklar. Mevlana’nın ünlü hikâyesindeki gibi, bu açlık grevine bakıp, neresine dokunursanız orayı görebilir, dokunduğunuz o yere göre eylemi tanımlayabilirsiniz. Ama “geste merdo” dememek için, o unutulmuş köyde Elif halanın ve o eski hapishane hücresinde Ayhan’la İbrahim’in gösterdiği o basit tavrı gösterebilirsiniz, göstermelisiniz.

*açlıktan ölmüş.