Hiçbir iktidar halkın birleşik ve kararlı tepkisine rağmen ayakta kalamaz. Şilili devrimcilerin şiarında olduğu gibi: “Birleşmiş halk asla yenilmez.”

Gezi Direnişi tarihi bir uğraktır
1 Haziran'da Kadıköy'den Taksim'e geçen yurttaşlar. (Depo Photos)

Teokratik hedefleri olan yağmacı ve otokratik karakterdeki bir sermaye iktidarına karşı ilk toplumsal tepkiler 2007 baharında Cumhuriyet Mitingleri ile gelmişti. Bu Mitingler organize hareketler olmakla birlikte arkasında siyasi bir güç yoktu. Meclis’in o dönem esas olarak iki partili yapıda olduğunu da dikkate alırsak, CHP tüzel kişiliği bu mitinglerin düzenleyicisi değildi. Buna karşılık CHP seçmeni yoğun olarak bu mitinglere katılmış, hatta bu mitinglerin beklenenin çok üzerinde ilgi görmesi bu sayede mümkün olmuştu. Ankara’dan sonra İstanbul ve İzmir mitingleri ve onları izleyen diğerleri büyük etki yaratmıştı. En büyüğü İstanbul buluşması olmuştu. Milyon düzeyine varan bir katılım söz konusuydu.

Cumhuriyet Mitingleri iktidarı ürkütmüştü. Bu mitinglerin talihsizliği, Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın kof bir e-muhtıra vermesi ile aynı dönemi paylaşması olmuştu. Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesi önüne anayasal nisap sorunu bir engel olarak çıkınca da, AKP’nin önünde geniş bir siyasi manevra alanı açılmıştı. Böylece bu üç olay aynı kefeye konularak kolayca kriminalize edilecekti. Erdoğan-Büyükanıt arasındaki kapalı Dolmabahçe buluşması, Büyükanıt’ın tamamen pasifize edilmesi üzerinden aşılacaktı. İktidar partisi, 22 Temmuz 2007 Genel Seçimleri’nde oyunu yüzde 46,6’ya çıkarmayı başaracak, MHP’nin de Meclis’e girmesiyle cumhurbaşkanının Meclis’ten seçimi için gereken destek ve çoğunluk sağlanacaktı. 21 Ekim 2007’de yapılan anayasa değişikliği referandumuyla da cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi kabul edilecek ve RTE’nin 2014’te doğrudan cumhurbaşkanı seçilmesinin önü açılacaktı.

Süreci fırsata çevirmeye kararlı olan AKP-Gülen ittifakının öncelikli hedefi ise TSK’yi ve yargıyı baskılayarak iyice güdümüne almaktı. Cumhuriyet Mitingleri’ne destek veren kurumların ve ön planda gözüken kimi kişilerin suçlanarak etkisizleştirilmeleri/yargılanıp mahkûm edilmeleri işin en kolay tarafıydı. Aslında daha büyük hedefler için düğmeye basılacaktı. FETÖ savcıları/yargıçları üzerinden Ergenekon davalarının başlatılması TSK’nin ele geçirilmesi açısından önemli bir fırsat yaratacaktı. 2007-2010 arası dönemde ayrıca yargının da içinin boşaltılması hedeflenecek, 2010 referandumuyla burada da sonuca ulaşılacaktı. Siyasi İslamcı iktidar rejimini pekiştirmek için bulunmaz bir momentum yakalamıştı. Üstelik 1 Mart 2003 Tezkeresi’nin Meclis’ten geçmemesinden ötürü TSK kurmayını ve “Kemalist” direnci suçlayan ABD ile Türkiye’nin bağımsızlıkçı reflekslerini aynı olumsuz bakışla değerlendiren AB yönetimleri de iktidarın arkasındaydı. Yerli işbirlikçileri yani liberal aydınları saymaya bile gerek yok.

Baskılara rağmen Gezi Direnişi!

Gezi Direnişi’nin bütün bu baskılamalara rağmen ortaya çıkabilmiş olması tüm siyaset katmanları için şaşırtıcı olacaktı. En büyük şaşkınlığı yaşayan kuşkusuz iktidar cenahı olacaktı. 2007’den itibaren halk tepkilerinin bastırılması için devletin elindeki bütün polisiye ve adlî şiddet araçlarının kullanılıyor olmasına rağmen Gezi cesametinde bir kitlesel tepkinin ortaya çıkabilmesini anlamlandırmakta güçlük çektiler.

Toplumda bütün olası tepki odaklarının bastırıldığını düşündükleri bir anda, küçücük bir çevre tepkisinin İstanbul’a, ülkeye ve çok çeşitli toplum katmanlarına dalga dalga yayılarak daha önce hiç görülmemiş bir kitleselliğe ulaşması ve kendi saflarından bile hoşgörü mesajlarına konu olması, açıklanabilir gözükmüyordu. Direnişin bir buçuk ay boyunca direngenliğini koruyabilmesi, resmi verilerle bile 11 milyon kişilik aktif katılıma ulaşabilmesi, AKP’nin inşa etmeye çalıştığı kültürel hegemonyanın darmadağın edilmesi anlamındaydı ve iktidar açısından travmatik bir olaydı.

Bu nedenle “baskılara rağmen Gezi Direnişi” başlığı yanıltıcı olabilir; çünkü bunun tam tersi de geçerlidir: Yaşam tarzına, toplumun kültürel evrenine, Cumhuriyet’in kazanımlarına müdahaleler yani “baskılar yüzünden” büyümüş bir Gezi Olayı’ndan bahsetmek daha doğru olabilir.

Gezi özünde otokratik eğilimlere bir tepkidir. 2010 referandumuyla artık rejimini konsolide ettiğini düşünen ve tek derdi koalisyon ortağı ile iktidar paylaşımını çözüme kavuşturmak ve bir başkanlık rejimine geçişin koşullarını hazırlamak olduğunu düşünen bir iktidara beklemediği yerden çok güçlü bir toplumsal darbe vurulması anlamındadır. Bu nedenle etkileri sarsıcı ve kalıcı olmuştur.

O kadar ki, dokuz yıl sonra bile iktidarın gündeminden düşememektedir. Hâlâ bu “Olay”ın bu cesamette ve kendiliğinden ortaya çıkışını tam anlamlandıramadığı veya açıklayamadığı için değil sadece; buna benzer potansiyel toplumsal tepkileri baskılayabilmek adına da caydırıcı devlet şiddetini uygulayabilmek açısından… Bu nedenle, Gezi davasında dokuz yıl sonra bu nisan ayı sonunda verilen mahkûmiyetler Gezi’ye dönük gecikmiş bir intikam operasyonundan ziyade, geleceğe dönük bir “korkutma” operasyonudur. Asıl korkan iktidarın kendisidir; korkusunun temeli, toplum tarafından yadsınmaktır; üstelik sadece seçim sandığında değil –onun için hileli çözümleri hep el altındadır- toplumsal yaşamın her alanında ve elbette sokakta…

Gezilere karşı savunmasız

Nedeni de şu: Hiçbir iktidar halkın birleşik ve kararlı tepkisine rağmen ayakta kalamaz. Şilili devrimcilerin şiarında olduğu gibi: “Birleşmiş halk asla yenilmez.” Birleşik halk yenilmez ama kök salmış otokratik/faşizan iktidarlar da yenilgiyi hemen kabule hazır değillerdir. İktidarı yitirmenin bedeli ne kadar yüksekse, suç sicili ne kadar kabarıksa, yolsuzluklar ne denli hacimliyse o kadar direnmeye mecburdurlar (son çare olarak pazarlığa da yatkındırlar). Pabuç pahalı hale gelene kadar direnirler; seçimlerde her türlü entrikadan başlayıp (örneğin 2017 Referandumu), seçim sonuçlarını kabul etmemeye (örneğin İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı seçimi) kadar türlü oyunlara hazırlık yaparlar.

SADAT gibi düzenekler de yedekte tutulur. Ama daha önce yazdım. Gayri-nizami ama emperyalist sistem onaylı başka düzenekler yanında SADAT’ın hükmü olmaz. Kaldı ki, TSK gibi nizami güçler her zaman daha belirleyicidir. Karışıklık durumunda bunların “düzen getirme” adına neler yaptıklarını yakın tarihimizden biliyoruz. Buna rağmen ana muhalefet liderinin tam da şu sırada SADAT’a dikkat çekmesi çok yerinde bir siyasi hamle olmuştur. Ama bunun kaçınılmaz sonucu olarak, salt seçim gününe ve sandık denetimlerine odaklı bir siyasi stratejinin ne kadar yetersiz kalacağının görülebilmesi gerekiyor. Toplumun örgütlenmesi dışında sağlam bir yol bulunmuyor.

Gezi sonrasında, FETÖ darbelerinden Anayasa darbelerine, siyasi/idari rejim dayatmalarına kadar bir dizi olay yaşandı ve iktidar 2015 sonrasında Meclis çoğunluğunu yitirmesine rağmen ayakta kalabildi. Bu “tecrübeyi” ve bu “kötü şöhreti” hafife almamak gerekir. Ekonomiyi yönetme kapasitesini yitirmesine bakarak neo-faşist eğilimlerini pekiştirmesini küçümsememek gerekir. Özellikle de dış çatışmalar üzerinden yeni milliyetçi tırmanışlara yol verebileceğini dikkate alarak.

Bununla birlikte, 20 yılın yıpranmasını taşıyan, son üç yıldır da toplumu açık bir sefalete sürükleyen bir iktidarın aslında dayanacak bir halk tabanının olmaması gerekirdi. Emekçilerin, halk sınıflarının tepki ve talepleri gerçek bir sınıf siyaseti üzerinden harekete geçirilebilse, bunu sağlamak hiç de zor olmazdı. Başka türlü ifade edersek, “neo-liberalizme” yüzeysel karşıtlık yetmez, bunun içinin doldurulması gerekir.