Gezi Direnişi ve kardeşleşme inadı
Meriç Demir Kahraman ve Tayfun Kahraman kızları Vera ile

Meriç Demir KAHRAMAN / Şehir Plancı Dr.

Paylaşacak, anlatılacak, değiştirilecek çok şey var hayatlarımızda biriken. Bugün, bir ucundan tutup, bir kısmını aktarmak ve düşünmek istiyorum bu mektubu okuyacak her kardeşimle birlikte…

Biz, canımızın içi kızımız Vera’nın dünyaya geleceğini öğrendiğimizden beri Tayfun ile sık sık çocuk gelişimine dair kitaplar, makaleler okur, mutlaka kendimizce çıkarımlarımızı birbirimize anlatır, kızımızın gelişimine nasıl katkıda bulunacağımıza ve iyi ebeveyn olabilmek adına önümüzdeki uzun yolu nasıl yürümemiz gerektiğine dair düşünür, konuşuruz.

Bu süreçte tanıştığım, çocuk gelişiminin çok ötesine geçen, toplumsal bir bakış açısı sağlayabildiğini ve uzunca bir zamandır toplum olarak içerisinden geçtiğimiz süreçlerin de anlaşılmasında yardımcı olabileceğini düşündüğüm bazı olgular ve kavramlar bulunuyor. Aile olmaya ve kardeş olmaya dair öğrendiklerimi bugün kısaca size de anlatmak isterim.

Sağlıklı ailelerde çocuklar benliklerini, insani, ahlaki ve akılcı bir çerçevede, evrensel etik değerler doğrultusunda, özgürce ve özgüvenli bir şekilde oluşturma şansı yakalar. Büyüdüklerinde de birer yetişkin olarak bu sağlıklı ortamı gelecek nesillere aktarırlar. Bazı ailelerde ise çekirdek veya geniş aile olmaları fark etmeksizin ve cinsiyet, din, dil veya ırk gibi farklılıklara bağlı olmaksızın, kardeşler ebeveyn tarafından farklılaştırılır, ayrıştırılır ve kendi tercihlerinden bağımsız olarak yapay roller ile karşı karşıya bırakılır.

Kardeşlerin başlangıçtaki tüm verili somut koşulları aynı olmasına rağmen, bazı narsist ebeveynin çocukları arasında pay ettikleri rollerle doğan, “altın çocuk” (golden child) ve “günah keçisi” (scapegoat child) sendromları tıbben ve sosyolojik olarak literatürde tanımlıdır.

Altın çocuklar, ahlaki ve etik olarak doğru veya yanlış ne yaparlarsa yapsınlar takdir edilir ve desteklenirler. Tipik olarak, narsist ve otoriter ebeveyn tarafından öyle yetiştirilirler ki, bu çocuklar ebeveynin temsili ve onların yüceltilmesi dışında kendi bağımsız fikirlerini, dünya görüşlerini ve hayattaki duruşlarını dile getirip yaşayacak ve yansıtacak niteliklere erişemezler. Baştan koyulmuş kurallara aykırı davranamazlar. Çocuklar isteseler de istemeseler de, kendilerini tanımlanan alan dışında var edebilecek güvenli bir ortam bulamadıkları için, bu simbiyotik ilişki esaslı kriz anlarına dek sürecektir.

Aynı ailelerde, “aykırı” olan çocuklar ise “günah keçileri”, bir başka deyiş ile “şamar oğlanlarıdır”. Günah keçileri bir ailenin, bir topluluğun kötülüklerini, başarısızlıklarını üstlenmenin yükünü taşırlar. Diğer taraftan, ailede “altın çocuk” olmak süreklilik arz etmeyebilir; ebeveynin o veya bu nedenle beklenti ve talepleri dışına çıkan çocuk kendisini bir anda “günah keçisi” olarak bulabilir ve narsist kendini korunaklı bir alanda tutarak keçinin kandırdığı konumuna çekebilir.

Narsist ebeveynin altın çocuklarını ve günah keçilerini nasıl belirlediklerinin tanımlı ve genel bir ritmi/ kalıbı yoktur; keyfi faktörler yeterlidir. Ailedeki tek erkek çocuk “altın” olabilir; ikinci doğan kıza ise “günah keçisi” rolü biçilebilir. Bu seçimin hiçbir anlamı yoktur. Zira bu bir davranış bozukluğu problemidir. Bir çocuk, sadece duyarlılık, merak, zekâ, özgüven gibi niteliklerden yoksun bir ebeveyn tarafından tehdit olarak algılanabilir ve olup biten her şeyin, hatta varsayıma dayalı olayların dahi suçlusu olarak addedilip çeşitli şekillerde şiddet görebilir.

Günah keçileri, yaşanan haksızlıkları, yanlışları ve çelişkileri dile getirdikleri zaman, narsist ebeveynin büyük tepkileri ve saldırıları ile karşılaşırlar. Hatta bu ebeveyn günah keçisini yalnızlaştırmak, kendi güvenli ortamını kurup başkalarıyla dayanışmasını ve yardımlaşmasını engellemek için onu destekleyen herkesle, hatta tüm diğer aile fertleriyle savaş haline girebilir. Günah keçisini korkulacak bir noktaya koyar ve herkese, tüm aileye ibret vermek gayesiyle, “sonunuz bu olacaktır” der.
Ayrıca beklentilerine ve taleplerine koşulsuz, sorgusuz bağlılık gösteren altın çocuklarını, sorgulayan ve “kendi” olan günah keçilerine karşı kışkırtır. Çocuklar arasında ayrımcılık yaparak, dedikodu, doldurma, çarpıtılmış gerçekler ve yalanlar ile onları birbirlerinden uzaklaştırmaya, birbirlerine yabancılaştırmaya çalışır. Burada da esas amaç altın çocukların sorgusuz sualsiz biat eden varlığını korumak, eleştirel benliğini gerçekleştirebileceği hiçbir güvenli ortama ve desteğe ulaşmamasını sağlamaktır.
Bu toksik aile ortamı içerisinde geleceğe dair umut, altın çocuk ile günah keçisinin kardeşliğidir. Kardeşler, kendilerine keyfi olarak biçilen rollerin farkına vardıkları ve birbirleriyle eşit olduklarını gördükleri ölçüde, toksik ilişki ve simbiyotik bağlar çözülür. Altın çocuk kendi özgür eylemi ve söylemi olabilen, kendi ayakları üzerinde kendi sorumluluğunu taşıyabilen bir bireye dönüşür; günah keçisi ise yüksek sesle dile getirdiği tüm yanlışların ve diğer her şeyin suçlusu olmaktan kurtulur. Artık geriye kalan insani, akılcı, ahlaki olandır.

Elbette, normal ve sağlıklı şartlar altında bahsettiğim olguların toplumsal ölçekte yer bulmaması gerekir. Temsili demokrasi modelinde, toplumların kendilerini temsil etmesi için seçtiği kişiler, tabii olarak geçicidir. Bir ebeveyn benzetmesi yapılamaz; öyle ya kişiler ebeveynlerini seçemezler ve onları ebeveynlikten azledemezler. Gelin görün ki Türkiye’deki mevcut iktidarın toplumsal kesimler üzerindeki tahakküm biçimleri ile ayrıştırıcı ve yabancılaştırıcı eylem ve söylemleri, tam da bu sağlıksız aile ortamını çok uzun zamandır toplumsal ölçekte tecrübe etmemize sebep oluyor.

Sevgili eşim, yoldaşım, meslektaşım Tayfun, yıllardır Gezi davası savunmasındaki sözünü, kızımız Vera ile ayrı kaldıkları süreçte Silivri’den de tekrarladı; “Gezi bir aşağıdan kardeşleşme inadıdır” dedi. Tayfun, aslında diğer kardeşlerin eşitlik, özgürlük ve demokrasi talepleri aracılığıyla altın çocuğa, “Biz biriz, beraberiz” dediklerini dillendirdi. Fakat bir ülkenin ebeveynliğine soyunanlar, makbul olan altın çocuk ile diğer kardeşlerin birliğini güvenli bulmadı.

Gezi Direnişi günlerinde Recep Tayyip Erdoğan, “çapulcular, ayyaşlar, yüzde 50’yi (yani altın çocuğu) evde zor tutuyoruz” derken de, Kabataş hikâyeleri ve camide içki içtiler yalanlarını söylerken de hem altın çocuğu kışkırtmaya ve kardeşleri yabancılaştırıp, ayrıştırmaya hem de günah keçilerini marjinalleştirip yalnızlaştırmaya çalışıyordu. Bugünlerde ise 2017 yapımı biyografi filminin adı ile “Reis”, Gezi Direnişi’ne katılan kardeşlere “sürtük” ve “çürük” dediği için kamuoyundan gelen tepkiler üzerine “Biz bunlarla mücadele ederken bazen üslubumuzu ve tavrımızı sertleştirmek mecburiyetinde kalıyoruz” açıklamasını yaptı.

Kendini bir ailenin vazgeçilemez, seçilemez, azledilemez reisi konumunda gören için söylediği her söz mubah ve tartışılmazdır. Buradaki amaç ne altın çocuğu kendi yarattığı bir şeylerden korumaktır, ne de gerçekte bir düşman vardır. Doğrusu ortada “ailenin” iyiliğine, esenliğine dair bir şey yoktur. Sadece kendini mutlak bir irade sahibi olarak gören muktedirin keyfiliği söz konusudur.

Peki, kendini aile reisi yerine koyan muktedir, kaderleri, yoksulluk ve yoksunlukları ortak olmasına rağmen neden kardeşleri ayrıştırma, yabancılaştırma ve düşmanlaştırma çabasında?

Aslında cevabı çok basit; temsili demokraside kitlesel itirazlar görünür ve duyulur olduğunda sistem der ki “Sen git, artık eylediklerin ve söylediklerin beni temsil etmiyor”. Yani, seçilenlerin iktidarı “itirazsızlık kuramına” bağlıdır; kitleler kendi kendilerinin temsil kabiliyetine erdiklerinde artık temsilci tabii olarak değişecektir. Dolayısıyla, altın çocuğunu belirleyip ona sarılan, kafasını şefkatle okşayan narsist, ailesi içinde dayanışan, güvenli ortamlarını kurabilen, bir bütün olarak kaynaşmış, ayrıcalıksız ve eşit bir topluluk olmasını istemez; onları bölmek ve parçalamak ister..

Oysaki biz “kardaş” yani “karındaş” olanlar, aynı karından doğup, aynı topraktan doyan ve yine aynı toprağa gömülenleriz.Tüm kardeşler gibi, hepimizin farklı olduğu aşikâr. Ancak marifet, adına ister ebeveyn ister devlet deyin, “otorite” figürü bize farklı muamele yapıyorken de, gerçek farklılıklarımıza rağmen aynı eşit olduğumuzu görmek, anlatabilmek, yaşayabilmekte.
Biz, yani birbirine benzemez milyonlarca insan Gezi’de bu marifeti gösterdik. “Biz biriz, eşitiz, yan yanayız” dedik. Bu çığlık bir kez kardeşlerin kalbinde yankılandığında, söndürmenin nasıl da zor olduğunu bugün Gezi tutsaklarını çepeçevre sarmalayan dayanışma ağı sayesinde görüyoruz. Çünkü biliyoruz, bizler “inadına kardeşiz!”