Nisan 1960, memleketin en karanlık dönemlerinden. Adnan Menderes ve arkadaşlarının baskıyı artırması sonucu üniversiteler fokurdamaya başladı, sokaklar karıştı. Bu dönem, talihsiz olayları beraberinde getirdi. 28 Nisan’da, Beyazıt’taki İstanbul Üniversitesi kampüsünde başlayan (ve ertesi gün Ankara’ya sıçrayan) protestolar, polisin okula girmesiyle sonuçlandı. Polisler, kontrolü kaybettiklerini düşündükleri anda, şuursuzca etrafa ateş açtı. Kurşunlardan biri, 20 yaşındaki Orman Fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz’i buldu. Bugün İstanbul Boğazı üzerinde gezinen vapurlardan birine de adını veren Emeksiz, olay yerinde öldü. Ahmet Kaya’nın sesinden bildiğimiz, yakınlarda Büyük Ev Ablukada tarafından seslendirilen Enver Gökçe şiiri, bu olayı anlatır: "Hay bu nasıl devran? / 28 / Nisandı / Yavri / Hey! / Ham / Meyveyi / Kopardılar / Dalından."

gezi-fetih-ve-korkular-141872-1.

Nâzım Hikmet (‘70’li yılların sonunda Timur Selçuk tarafından bestelenen ve dilden dile yayılan) şiirini, bu olaydan sonra yazdı: "Beyazıt’ta şehit düşen / silkinip kalktı kabrinden, / ve elinde bir güneş gibi taşıyıp yarasını / Yıktı Şahmeran’ın mağarasını." Aynı olayı, "Beyazıt Meydanındaki Ölü” adı şiirinde de işleyen şairin o dönemde yazmış olduğu şu küçük şiir, sanki bugün için yazılmış gibi: "Kırdılar tazecik yeşil dallarımızı / Kırdılar kitap tutan ellerimizi / Kanına girdiler çocuklarımızın."

Turan Emeksiz’in ölümünden 53 yıl sonra, bir 29 Mayıs sabahı, polis, Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmesini önlemek için nöbet bekleyen gençlere saldırdı. Sabahın köründe, insanlar uyurken, sinsice. Sonrasını hepimiz yaşadık. Sadece Gezi’de değil, Türkiye’nin dört yanında sokağa çıktık, köprüyü aştık, bir olduk, birlik olduk. Güzeldik. Polis yeniden saldırana kadar. Polis saldırdı, canlarımızı aldı. Gencecik çocuklar –ki biri, Berkin, sahiden çocuktu– polis kurşunlarına hedef oldu. Bugün onları öldüren polisler ceza alacak diye beklerken, dönemin başbakanı, "destan yazdınız” diyerek polisine sahip çıkmıştı.

Üç yıl önce bugün, Gezi direnişini ateşleyen kıvılcım çaktı. Ondan 560 yıl önce, Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethetti. Ferda Duru, bu olayı, "Sultan Mehmet Han (İstanbul’un Fethi)” adlı şarkısında ölümsüzleştirdi: "Sultan Mehmet ferman eyledi / Yer gök dinledi / Türk ordusu Bizans yolunda / Dağ taş inledi // Dağlardan indi kadırgalar / Yer gök inledi / Surlarda gümbürdedi toplar / Bizans titredi // Zafer askerin gönlüne doğdu / Sevince boğdu / Allah Allah sesleriyle bir / Yeni çağ doğdu // Her ana doğurmaz böyle bir arslan / Tarih yazmamış böyle bir hakan / Sultan Mehmet Han…

Bugün bu şarkı çoktan unutuldu ama fethin 563. yılı, 563 kişilik mehter takımı eşliğinde kutlanacak. Kurulan 4500 metrekare büyüklüğündeki sahne, sur şeklinde. Günlerdir şehrin her yanını süsleyen ilanlara bakacak olursak, tuhaf bir müsamere bizi bekliyor. Muhtemelen dev gemiler karadan yürüyecek, şanlı ordu düşmanı yenecek ve alanı dolduran kalabalık bunu coşkuyla alkışlayacak. İstanbul, yeniden "alınmış” olacak.

İstanbul’u yeniden yeniden fethetmeye doyamıyorlar. Her seferinde daha da büyüyor olay. Büyük, en sevdikleri: En büyük camiyi yapalım, en büyük hava limanı bizim olsun, en büyük Adliye Sarayı ile övünelim, en en en… Bu "büyük” sevdası, Menderes’ten bu yana bütün sağ iktidarların vazgeçilmezi. Kendilerini "büyük”le ifade ediyorlar.

İşin bir de şu boyutu var: Kaç gündür güvenlik önlemleri ayyuka çıkmış durumda. Halkı değil, kendilerini koruyorlar. Korkuyorlar çünkü. Çaktırmıyorlar ama, korkuları da "büyük”. Başta İstanbul’u, sonra iktidarı kaybetme korkusu, uyku uyutmuyor. Çok değil, bundan üç yıl önce, İstanbul sahiplerince alınmıştı. Şiddet kullanarak geri aldılar. Bunu yaparken, şehri talan ettiler. Tıpkı bugün Güneydoğu’da yaptıkları gibi. Gezi sonrası, geri adım atmışlardı oysa: Cümlenin "Topçu Kışlası yapacağım”dan "o bina kent müzesi olacaktı”ya dönüşümü uzun sürmedi. Korku, başta barok opera binası olmak üzere pek çok projenin rafa kaldırılmasına sebep oldu.

Bundan üç yıl önce güzeldik. Ortaya çıkan onlarca şarkı bir yana, dilimizde Onur Akın tarafından bestelenmiş bir Vedat Türkali şiiri vardı: "Boşuna çekilmedi bunca acılar İstanbul / Bekle bizi / Büyük ve sakin Süleymaniyenle bekle / Parklarınla köprülerinle kulelerinle meydanlarınla / Mavi denizlerine yaslanmış / Beyaz tahta masalı kahvelerinle bekle /…/ Bekle zafer şarkılarıyla caddelerinden geçişimizi / Bekle dinamiti tarihin / Bekle yumruklarımız / Haramilerin saltanatını yıksın / Bekle o günler gelsin İstanbul bekle / Sen bize layıksın.

İstanbul’u fethetmeye doyamayanlar onu günden güne yok ediyor. Yıkıp yeniden yaptıkları Emek Sineması ya da akıbeti belli olmayan Haydarpaşa e Sirkeci Garları ve kapatılan vapur iskeleleri, şehrin tarihinin bir daha geri gelmemecesine değişmesine sebep. Yok etmek, sadece yıkarak olmuyor: Hafıza siliniyor –ki en sevdikleri şey bu. Oysa bir gün hafızayı silenler silinecek. Elbette olacak bu.

Nâzım Hikmet, 1959 yılında, "Gazete Fotoğrafları Üstüne” başlıklı altı şiir yazdı. Bunların sonuncusu, "Korku” başlığını taşıyor ve şöyle bitiyor: "Korkuyor Adnan Menderes / Üç saata indi uykusu / Korkuyor Adnan Menderes / hiçbir korkuya benzemez / halkını satanın korkusu.

Korku dediğin, insana "saray”ı dar eder. Halkın arasına karışamamaları bundan.