Şimdi gücümüzü haklılığımızdan alıp saklımızdaki umudu büyütme zamanıdır. “Umut cesaretin yarısıdır” deyip Balzac’ı haklı çıkarma, ölümsüz bayraklarımızı, Ahmed Arif’in dediği gibi kırmızı kırmızı dalgalandırma vaktidir

Gezi’nin aynasında faşizm

MEHMET YEŞİLTEPE

Faşizm de kapitalizmin eşitsiz gelişim yasası gibi eşitsiz gelişmekte, düz bir çizgi izlememektedir. Somutlanmış biçimleri incelendiğinde görülür ki, en temel niteliği, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda biçimlenen bir sürecin ürünü olmasıdır. Bu, emperyalizmin niteliğiyle doğrudan ilişkili olan ve Dimitrov’un deyimiyle, “Bir burjuva hükümetin ötekiyle yer değiştirmesi gibi basit, sıradan bir gelişme değil, devlet biçiminin değişmesidir.” Yani, bir partinin öznelleşmiş ihtiyaçları veya bir başbakanın keyfi uygulamaları ile açıklanamayacak denli sistemseldir.

Poulantzas’ın, burjuvazinin saldırıya, işçi sınıfının savunmaya geçtiği durumlar olarak tanımladığı faşizm, yeni sömürge ülkelerde süreklidir, yapısaldır. Sınıflar mücadelesinin seyrine göre tahkim edilen faşizm, egemen kesimler arasındaki ilişkinin eskisi gibi sürdürülemez hale geldiği durumlarda da nitelik ve kapsam büyütür; araçlarını güncelleyip çeşitlendirir. Buna paramiliter güçler de, istihbarat birimleri, polis, yargı vb. de dâhildir.

Faşizmin ideolojik harç olarak kullandığı öğeler de çeşitlilik gösterir. Milliyetçiliğin, ırkçılığın yanında etnik, dini, vb farkların kaşınması, bu konuda toplumun kutuplaştırılması, faşizmin en yaygın biçimde karşılaşılan özelliklerindendir. Özellikle Gezi sürecinde Erdoğan’ın Aleviliği boy hedefi haline getirmesi, haşhaşi yakıştırması yapması, bir dil sürçmesi değil bilinçli bir yönlendirmedir; kutuplaştırma taktiğidir.

Faşizm deyim yerindeyse araçlarını ihtiyaca göre bileyerek kullanır. Ölümler bile kutuplaştırmaya alet edilir. Ve örneğin Burak Can şehit, Berkin Elvan terörist olarak gösterilir. Bu ölçülere göre, ülkeyi emperyalistlere peşkeş çekenler vatanseverdir, ağaç ve doğa dostudur. Gezi’de direnenler ise vatan haini ve doğa istismarcısıdır.
Faşizmin en yaygın taktiklerinden biri, günah keçileri yaratıp, olguları/gelişmeleri bununla açıklamaktır. Gezi sürecinde “faiz lobisi” tanımları da, Kılıçdaroğlu ile Taksim arasında doğrudan bağlar kurulması da böyle bir yönlendirme ihtiyacı sebebiyle olmuştur.

Faşizm erkek egemendir; tekçidir, milliyetçi ve ırkçıdır…
İhtiyaç duyulan yönlendirmelerin yapılabilmesi ve ortaya atılan spekülasyonların etkili olabilmesi için, faşizm medyayı bir bütün halinde teslim almak, yedeklemek ister. Bunun için hemen her yola başvurur. “Tek millet, tek vatan, tek bayrak” denilerek farkları yok sayıp tekçiliği dayatmak da; etnik, dini vb farkları kaşıyıp üzerinden çatışmalar örgütlemek de egemen sınıfların dolayısıyla faşizmin işidir. Bunun ülkelere göre değişen biçimleri olsa da özü aynıdır.
Bugün faşizmin anlaşılması, içerideki ve dışarıdaki F tipinin anlaşılması ile doğrudan ilintilidir. F tipi sadece hapishanelerin değil, faşizmin güncellenmiş biçimidir.  Gerçekte işkence de ölüm de varlığını sürdürmektedir. Buna rağmen işkencenin olmadığı biçiminde bir imaj yaratılabilmiştir. Artık idamların olmadığı da bir hileden ibarettir. Hatta geçmişe göre çeşitlenerek artmıştır. Geçmişte, örneğin 12 Eylül’de idam cezası alıp idam edilmeyenler, 9-10 yıl içinde hapishaneden çıkardı. Şimdi, hiçbir indirimden yaralanmamak üzere, zamana yayılmış biçimde idam edilmektedir. Ağırlaştırılmış müebbetin anlamı budur.


Sokak çağırıyor
N. Poulantzas, ‘Faşizm ve Diktatörlük’ adlı yapıtında, faşizmin, sakin bir gökyüzünde birdenbire kopan bir sağanak gibi gelmediğini söyler. Bunu, AKP eliyle Faşizmin tahkim edilmesi ve giderek açık biçimler alması olarak okursak, 10 küsur yıllık süreç sonunda faşizm, eksiklerini tamamlayarak sermaye güçlerine açık biçimde hizmet eder hale geldi. Bu, aynı zamanda yaşamın her kesitinde faşizmin varlığını hissettirmesi, böyle bir devlet biçimine ihtiyaç duyan bir avuç zorba dışında kalan herkesin, içten içe öfke büyütmesine sebep uygulamalarla/saldırılarla muhatap edilmesidir.
Tam da bu nedenle, sistemin akrepleşip TOMA’laşan ve giderek yoğunlaşan varlığına rağmen toplumun hemen her kesiminden insanlar, “Safları sıklaştırın çocuklar, bu kavga faşizme karşı, bu kavga hürriyet kavgasıdır.” diyen Nazım’ı doğrularcasına; Taksim’i bir ülkeye, İstiklal Caddesi’ni bir direniş cephesine çeviriyor. Dört bir yandan safları sıklaştırmak üzere sokaklara akan kitleler, Dimitrov’un Faşizme Karşı Bileşik Cephe’sini fiili olarak oluşturuyor. Berkin’i uğurlamak üzere bir araya gelen milyonlar, bu tür bir buluşmadaki yelpaze genişliğine ve potansiyel gücün çapına dair çok şey öğretiyor.


Berkin ve faşizm
Berkin, faşizme karşı direnişin fidanı, ilk hecesi, söze ihtiyaç bırakmayan en sade ifadesidir. Onun vurulması, bir tesadüf değildir. O, Ceylan Önkol’un, Uğur Kaymaz’ın Türkçe karşılığıdır. Faşizmin çocuklara kastının Gezi’deki halkasıdır.
Bir taraftan ucuz iş gücü için, “en az 3 çocuk” diyerek doğumu teşvik etmek, diğer taraftan erken yaşta eğilmeyen Berkinleri katletmek, Nazilerin tek tip insan yaratma uygulamasının güncellenmiş biçimidir.
Tekellerin zulmünün küreselleştiği bu çağda, sermayenin sıkça güncellenen ihtiyaçları insanlığın başının üzerinde “Demokles’in kılıcı” gibi sallanmakta, otoriterlik sistemin giderek en belirgin niteliği haline gelmektedir. Öyle ki projenin, caminin, kanal veya havalimanının en büyüğünün yapılması, sürekli büyüklük ve güç gösterisi bağlamında faşizmin bu niteliğine hizmet eder.
Faşist rejimlerin bir niteliği de kadrolarını koruması, harcatmaması, yöntem ve araçlarını her koşulda savunmasıdır. Bu, mücadelenin sonuç verdiği biçiminde bir imaj oluşmaması için, faşizmin en yaygın biçimde başvurduğu bir yöntemdir.


Haklılığın gücü…
TOMA’yla karşı karşıya geldiğimizde, Nâzım Hikmet’in, “Şarkılarımız/ Ön safta en önde saldırmalıdır düşmana/ Bizden önce boyanmalıdır şarkılarımızın yüzü kana…”  dediğini anımsarsak, sınıflar mücadelesinin nasıl benzer olduğunu, yaşamın dizelerinin şairin dizeleriyle bütünleşip nasıl şiirleştiğini görürüz. Bu, haklılığın gücüdür.
Güç, yalnızca fiziki toplam değildir. Haklı olmak başlı başına bir güçtür; faşizm ise gayrimeşruluğu sebebiyle zayıftır. Bu çelişmenin sınıflar mücadelesindeki karşılığı faşizmin çeşitli biçimlerde Staligradvari yenilgiler almasıdır. Naziler döneminde sorgucular tarafından “Müziğin Karl Marks’ı” olarak nitelendirilen Eisler, “Müzik alanında Hitler Stalingrad’da uğradığı kadar toptan bir bozguna uğradı.” der. Stalingrad’ın bir yanıyla da değerlere bağlılığın ve inancın, ateşten ve baruttan ibaret güçlere meydan okumasıdır. Bulunulan mevzileri terk etmemek, geri adım atmamaktır. Gezi’de kimisi bedeniyle, kimisi müziği, inancı veya şiiriyle bu karalılığı ortaya koymuştur.

Pablo Picasso’nun çağrısı da bu bağlamdadır; “Sanatçı nedir derseniz? Ressama yalnız gözleri, müzikçi ise yalnız kulakları, ozansa kalbinin her katında bir lir ve hatta boksörse, yalnız adaleleri olan bir ahmak mı? Tersine aynı zamanda siyasal bir kişidir sanatçı. Bütün varlığı ile tepki göstermesi gereken, acıklı, keskin, mutlu olayların karşısında her an bilinçli olması zorunlu olan kişidir sanatçı. Başkalarına karşı ilgi göstermeden yapabilir mi kişi... Kendisine bol bol canlılık getirenlerden kopabilir mi? Resim, odaları süslemek için yapılmamıştır. Resim düşmana karşı saldırıda ve savunmada kullanılması gereken bir savaş silahıdır.”

Bertolt Brecht, “Faşizme karşı birleşmeyenler, faşizmin zindanlarında buluşurlar!”   der; aynı Brecht, “Nazi Almanya’sında Hitler’e karşı ses çıkarmayan sanatçılara;  Sizler batmakta olan geminin duvarlarına çiçek resimleri yapıyor, bunun adına da sanat diyorsunuz!” diye seslenir. Bu, faşizme karşı kiminle, nerde ve nasıl durmak gerektiğinin özetidir. Gezi, Faşizme Karşı Mücadelede Öğretici Bir Derstir.
Faşizm tekelci sermayenin tam hâkimiyetidir; iktidarının sınırlanmasına da paylaşılmasına da tahammülsüzlüktür. Bu nedenle bir avuç egemen dışında tüm toplum kesimleri, faşizmin saldırılarına şu veya bu şekilde maruz kalır. Saldırı yelpazesindeki genişlik, direniş yelpazesinin de genişliğini beraberinde getirir. Gezi, böyle bir mücadelenin mümkünlüğünü olduğu kadar, nasıl olması gerektiğini de ortaya koymuştur. Bu bağlamda Gezi, öncelikle antifaşisttir; dolaysıyla devrimcidir. Sınıflar mücadelesinin andaki tezahürü, tüm mücadele öznelerinin ve kesitlerinin bileşkesidir.

Faşizm, halkı sindirme rejimi ve dolayısıyla şiddetin zirvesiyse;  Gezi, iktidar şiddetinin en yoğunlaşmış biçiminin de yenilebileceğinin ifadesidir. Ancak Gezi’den öğrenirken geçmişi olduğu gibi geleceği de gözetmeli; meydanlardaki buluşma çok önemsenmeli ama meydanlarla yetinilmemelidir.
Gezi bize, haksızlık üzerine bina edilmiş hiçbir gücün yenilmez olmadığını gösterdi. Ama bu, mücadelede çeşitliliğin, üretkenlik ve yaratıcılığın yok sayılması, meydanlarda yaşananların her şeyin yerine geçebileceği anlamına gelmemelidir; sokakta öğrenilen mahalleye, eve ve işyerine taşınmalı; birleşik mücadele, daha organik ve kalıcı biçimler kazandırılarak gelenekselleştirilmelidir.

Unutmamak gerekir ki, birimizin olmadığı yerde diğerimiz yarımdır. Nikos Kazancakis’in “Dünyayı bugünkü durumuna getiren nedir, bilir misin? Yarım işler, yarım konuşmalar, yarım günahlar, yarım iyiliklerdir. Sonuna kadar git be insan!” diye haykırması bundandır.

Kitlesellik+gerilla tarzı
Kitlesellik ne denli önemliyse, alanlarda gerilla tarzını andırırcasına gerekirse tek başına direnmek, az imkânla çok şey başarmak da en az o denli önemlidir. Unutmamak gerekir ki sokaklarda yüz binleri bulmak her zaman veya sıkça rastlanacak bir durum değildir. Bir sığınakta, F tipinde bir hücrede veya dışarıda kuşatma altında, kişinin değerlerinden başka tutunacak dalının olmadığı muharebe alanlarında direnmek; en kitlesel dönemde gerekli olan, birinin diğerini yadsımadığı, mücadelede çok yönlü bir bütünleşme halinin bir başka ifadesidir.

Sistem kuşatıyor, parçalayıp yalnızlaştırıyor. Toplumsal olan her şey, ikili olanından en kapsamlı olanına kadar tüm ilişkilerin tutkalı sulandırılıyor. Bu şekilde oluşturulan yalnızlık/güçsüzlük hissi ve mutsuzluk, teslim almak için kullanılıyor. Ancak tüm üstünlük ve avantajlarına rağmen, sistem, içimizdeki gelecek düşünü ve mücadele aşkını öldüremiyor. Çünkü biz, Turgut Uyar’ın şiirindeki gibi “Eririz tükeniriz, toplanır yaratırız. Bu bize aşktır.”  Tam da bu nedenle, en zor koşullarda bile çoğalmaya, aynı sınıfsal zemindeki tüm öznelerle veya potansiyel müttefiklerle empati kurmaya, en kesif yalnızlıkta bile bir diğerini kardeş/yoldaş hissetmeye ihtiyaç vardır. Bu yöntem, düşünsel ve fiili zeminlere taşınabildiğinde görülecektir ki her insanın gerilla bir yanı vardır, yeter ki ayırdında olsun…