Peki, bitti mi? “Gezi ruhu” denen şey bu topraklarda çeşitli vesilelerle kendini gösteriyor. İslamcı faşizme karşı kimi zaman kendiliğinden, kimi zaman yine sol demokratik güçlerin dayanışması ile toplum yerel seçimlerde, çevre direnişlerinde, sosyal medyada, adliye koridorlarında; yaratıcılıkla, neşeyle, dirençle kendini gösteriyor.

Gezi’nin tarihi, bizim tarihimiz…

Bundan tam 8 yıl önce ülkedeki en büyük isyan dalgası, bir parkın zorla AVM yapılmaya çalışılmasına karşı başladı. İsyan bir birikimin sonucudur ve yasakların, nobrablığın, ben yaptım oldu zihniyetinin sıkıştırdığı basıncın, çok nahif bir talebe bile gaz bombalarıyla saldırılmasıyla patlamasıydı. Milyonlarca insan canı yandığı yerden bu isyana katıldı. Laiklik talepleri, Reyhanlı patlamasının getirdiği öfke, içki yasakları, “Taksim’de eylem yasakları” ve süreklileşen gaz bombası kullanımı, bir maç girişinde bile insanların gaza boğulmasına tepkiler… Tüm bunların arka planında tarikat-cemaat-parti ilişkileri dışında kalan ve güvencesiz-işsiz kaldığını hisseden bir gençlik kuşağı…

Gezi’nin gündeme geldiği gazlı müdahalenin akşamında araçlarla sokaklarda korna çalanlar, sokaklardaki insanlar yeni bir dalganın habercisi gibiydi. O gece CHP’nin İstanbul’daki buluşmasına gelen gençler de çeşitli noktalarda birikmişlerdi. Ertesi gün tüm sol yapılar, gençlik grupları, tepki göstermek isteyen halk Taksim’e akın etti. Polis şiddeti arttırdıkça çatışmalar da şiddetlendi ve yaygınlaştı. Kılıçdaroğlu’nun Gezi Parkı’na gidebileceğini söylemesiyle dönemin Cumhurbaşkanının, “muhalefet liderinin başına bir şey gelirse dünyaya rezil oluruz” argümanını devlet içinde dillendirdiğini sonradan öğrendik. Bu aslında bir muhalefet liderinin bugün yapması gerekeni de gösteren bir şey ama görürler mi bilmem. İktidarın Gezi Parkı’nı açma kararı ile polis geri çekildi ve on binlerce insan parka akın etti. Bu kazanımla birlikte tüm Taksim işgal edildi, parkın yıkılmaması için halk nöbeti başladı.

İsyan günlerce sürdü. Beklemediği yerden golü yiyen iktidar kendi içinde de oluşan çatlakların da etkisiyle nasıl bir müdahalede bulunacağını şaşırdı. Erdoğan bir süre ortalarda gözükmedi. Sonrasında da dış güçler, lobiler, çapulcular gibi söylemleri kullanmaya başladı. Kendi kitlesine moral veren, örgütlü yurttaşlarla örgütlü olmayan yurttaşları ayırmaya çalışan kimi söylemler kullandı. Ancak ok yaydan çıkmıştı, halk adeta kendini bulmuş, şenlik ve neşe iklimi yayılıyordu. Gezi’nin duvarlarındaki slogan zenginliği içerisinde belki de en naifi “slogan bulamadım” yazısıydı. Bir direnişe katılıp duvara yazı yazan cesaret, tüm tabuları altüst ederek, isyancıların heybetli kahramanlar değil sıradan ve sahici insanlar olduğunun mesajını veriyordu.

İşgal içerisinde toplantılar, forumlar, şimdi ne yapacağız tartışmaları hep sürdü. İnsanlar kendi kararlarını almanın, birbirini anlamanın keyfini yaşıyordu. Uzun yıllardır ilk kez, 5 yılda bir sandığa giderek hayatları hakkında karar veren ve bunu da paranın, manipülasyonun, yasaların eşitsiz yarışı altında yapan insanlar, kendi geleceklerine kendileri karar vermek istediğini fark ediyordu. Bu radikalleşme; forumlarla, meclislerle farklı bir siyaset anlayışı yarattı. Temsili değil doğrudan ve devrimci bir demokrasi anlayışının arayışıydı bu.

Böyle bir işgali devletin zor kullanma gücüne karşı sürdürmenin zorluğu ortadaydı. Yine de tüm eve dön çağrılarına rağmen halk Gezi Parkı’nı bırakmadı. Artık sert bir müdahale olacağı anlaşıldığında insanların elinde maske ve limon dışında bir şey olmadan beklemek tek çareydi. Müdahale sonrası park boşaltıldı, insanlar başka parklara dağılarak forumlarını oralarda sürdürdüler.

Canı yananların isyanı Gezi, siyasi bir birlikteliğe kavuşamadı, Gezi’nin talepleri politik bir söze ve özneye dönüşemedi. Aşağıdan yukarıya kurulacak özgür, laik, adil bir ülke arayışı ve özlemi, yerel seçimlerle, tape beklentileri ile kayıkçı kavgaları ile soğuruldu.

Oysa isyan günleri bu sığ anlayışları yıkar. Talepler, bir aradalık ve empati küçük siyasi çıkarların önüne geçer. İsyanda omuz omuza olma güdüsü ayrıştırmanın çizgilerini siler. O yüzden isyan günlerinde halk tabulaşmış paradigmaların yerine farklı bakış açıları arar. Yanında gördüğü Kürt direnişçiyi bu kez anlamak ister, yıllardır hakir gördüğü için içi cız eder. Ya da laikçi teyze dediği aslında emekli maaşı ile geçinen kaygılı insanları aşağılayarak bir yere varamayacağı kafasına dank eder. Öyle de olmuştu. Ancak düzen muhalefeti, dar yapıların kimi bilindik ezberleri bu havanın dağılmasında önemli roller oynadı.

Bu dönemde önemli çabalar da oldu. Vişnelik toplantıları, Haziran Hareketi, Gezi’nin dinamiğini hem toplum içinde direniş mevzileriyle hem de siyasi bir birliktelikle sürdürmek istedi. Bu bir iradi müdahaleydi. Ne de olsa “Bekleyelim, hayat bizi, sokak bizi bir araya getirir” demek yetmiyor. Marksizm içerisindeki “devrimi bekleme” ya da “yapma” tartışmasına dair Jacques Bidet, Çağdaş Marksizm için Eleştirel Kılavuz’da şunu yazar: “Olan ve olması gereken birbirine dışsal değildir. Bu ikisi diyalektik açıdan anlaşılabilirdir.” O yüzden Gezi sonrası açığa çıkan dinamiği bir araya getirecek, Erdoğancıların ülkeyi iç savaşa götürdüğü bir karanlığı parçalayacak siyasetin yolu bir araya gelmekten geçiyordu. “Olması gereken” buydu. Vişnelik toplantısı sonuç metninde şunlar yazıyordu, “toplumun tüm eşitlikçi, özgürlükçü, ilerici, devrimci ve barış yanlısı dinamiklerini; direnme hareketlerini ve muhalefet güçlerini bir araya getirerek birlikte mücadele etme ve geleceği birlikte kurma kararı aldık…”

Haziran’ın kuruluşuyla topluma yayılan umut iklimi, eğitim boykotlarıyla çevre direnişleriyle sürdü. İl il toplantılar forumlar gerçekleştirildi. Sosyalist partilerden CHP’li vekillere hatta örgütlere, çevre hareketlerinden sendikalara, odalara kadar geniş bir kesim bu hareketin içinde yer aldı. Ancak bilindik ezberler burada da kendini gösterdi ve bu denli geniş bir birliktelik kendi taleplerini oluşturmak yerine içerideki kimi çevrelerin “seçimde kime oy verelim, milletvekilliği pazarlığı mı yapalım” tartışmasına kilitlendi. Çünkü bu ülkede başka bir siyaset anlayışı akla gelmez olmuştu.

Peki, bitti mi? “Gezi ruhu” denen şey bu topraklarda çeşitli vesilelerle kendini gösteriyor. İslamcı faşizme karşı kimi zaman kendiliğinden, kimi zaman yine sol demokratik güçlerin dayanışması ile toplum yerel seçimlerde, çevre direnişlerinde, sosyal medyada, adliye koridorlarında; yaratıcılıkla, neşeyle, dirençle kendini gösteriyor. İktidardan saçılan tüm pisliklere inat güzellikle, dostlukla, incelikle… Bu ruhun siyasi bir bedene dönüşmesi için de çabaların süreceğine inanıyorum. Bu da ancak solun ve sol değerlerin güçlenmesiyle olabilecek bir şeydir.

O zaman bir kez daha: Parklara, meydanlara, tazelenen imanlara, yorulmalara, oturmalara, kolundan tutup kaldırmalara, sonunda bizden yana esen rüzgâra, gözyaşlarıyla büyüyen ağaçlara, yüzünü silenlere, hep yüzü gülenlere, ‘inadına’ diyenlere, umudu büyütenlere… Eyvallah Gezim.