Tencere tava çalmanın da, oturma eyleminin de, “çapulcu” sözcüğünün de tarihsel bir arka planı vardı

Gezi Parkı Direnişi:  Beş yıl geçti üzerinden

Beşinci yılını kutluyoruz Gezi Direnişi’nin. Tarihimizin en geniş katılımlı toplumsal itiraz hareketi sayılabilecek olan Gezi Direnişi için çok farklı değerlendirmeler yapıldı. Ben de direnişle ilgili görüşlerimi “Gezi Parkı Direnişi- Küçük Bahçede Büyük Kıyamet” (Yazılama Yayınları) adlı küçük kitabımda toplamıştım. İzninize sığınarak kitabımdan bazı bölümleri aktarıp Gezi’yi beşinci yıldönümünde anmış olalım.

Ortaklaşa harekete geçme duygusu nasıl oluştu?
Sadece kentsel dönüşüme itiraz edenler, bu proje sayesinde Taksim’deki işlerini kaybedenler değil, AKP iktidarının pervasız tutumuna öfke duyan herkes Gezi Parkı’ndaydı. Egemenin otoriter dili o kadar öfke yaratmıştı ki, o dil “itiraz” duygusunu kaşımıştı halkın adeta. Otoriterin dili çirkindi, kibirliydi, iknaya kapalıydı, öteleyiciydi. Bu dile olan nefret öyle boyutlara ulaşmıştı ki, direnişin sonraki günlerinde de ilginç tepkilerle karşılaşılmıştı. Basit bir örnek 9 Haziran 2013 Pazar günü 19.30’da Kabataş-Bursa İDO feribotu yolcularının yolculuk süresince Başbakan Erdoğan’ın konuşmasını canlı veren televizyon kanalını protesto ederek kapattırmalarıydı.

Ortak eylem düşüncesinin bu kadar çabuk hayata geçmesinde, ardından bu kadar çok taraftar bulmasında şaşılacak bir durum yoktu. Ancak mevcut iktidarın uygulamalarına itiraz edenler arasında eskiden iktidar destekçisi olmuş figürlerin bulunması gerçekten dikkat çeken bir olguydu. Bu kadar öfkelenecek ne vardı peki? Kamu malları özelleştirildiğinde toplumda çok az itirazla karşılaşmıştı bu. Kapitaliste daha fazla kar sağlayan hiçbir düzenlemeye güçlü itirazlar gelmemişti. Üçüncü Boğaz Köprüsü’ne, Galataport limanına, AVM’lere gelişmişlik kabul ettikleri için destek bile vermişlerdi kimileri. Oysa, tüketime yönelik, dışarıdan gelecek turiste endeksli bir karcılık politikası gereği ne kadar tarihi yapı varsa uğursuz projelerinin önünde engel oldukları düşünüldüğü için ya el konuyor ya da imha ediliyordu iktidarca. Haydarpaşa Garı’nı bu nedenle yaktılar. Çevrecilerin mahkemeden defalarca yürütmeyi durdurma kararı aldıkları Emek Sineması’nı bu yüzden yıktılar. Kentsel dönüşüm adı altında Sulukule’yi, Tarlabaşı’nı dümdüz ettiler. İnci Pastanesi’ni bu yüzden kapattılar. Yavaş yavaş tepkiler gelmeye başladı. Bıçak kemiğe dayanıyordu artık.

Bu patlamanın öncesi olduğunu inkâr etmek mümkün mü? AKP iktidarı, Anayasa’nın 169. ile 170. maddelerini değiştirerek “2B” arazilerinin satışının önünü açtı. 2B orman arazilerinin bir bölümünü tanımlamak için kullanılan 6831 sayılı Orman Yasası’nın 2. Maddesinin (b) şıkkının kısa adı. Bu maddeye dayandırılarak”devlet ormanı” olarak bilinen ama orman vasfını yitirdiğine karar verilen arazilere de deniyor 2B diye. Çevre ve Orman Baklanlığı’nın verilerine göre 2B olarak adlandırılan araziler 473 bin hektar ama Orman Genel Müdürlüğü’nün raporlarına göre bu rakam çok çok daha yüksek. Kimi ormanların “orman vasfını yitirmesi” için onlarca orman yangını da çıktı elbette. AKP’nin çıkardığı kanun gereği bu arazilerin satılması en çok orman köylülerini etkiledi tabii. Özelleştirilmiş arazilerde iş bulmaları kolay olmadı. Gezi Parkı Direnişi’ni kendi kentlerine, ilçelerine taşıyanlar arasında bu yasadan zarar gören orman köylüsünün çocukları da vardı. 4+4+4 uygulamaları sonucu okulları kapatılıp imam hatibe çevrilen öğrencilerin anne babaları da.
Tüm bu gelişmeler farklı kesimlerden bireylerde birlikte harekete geçme duygusunu oluşturdu. Gezi Parkı’nın farklı kesimlerden bireylerce dolmasının nedeni buydu. Bir “Ortak İdeoloji” var denemezdi ama “ortak endişe” vardı elbette. Bu “ortak endişe” ya da “ortak kamusal hassasiyet” birbirinden farklı kesimleri bir araya getirdi.

Dünya halklarının protesto tarihinde yer alan ne kadar eylem tarzı, araç gereç varsa Gezi Parkı’nda da vardı. Tarihsel arka planına göz atalım biraz.
gezi-parki-direnisi-bes-yil-gecti-uzerinden-468933-1.
Dün telgraf bugün internet
Gezi Parkı Direnişi’nde sosyal medyanın gücü öylesine abartıldı ki, “demokrasi kuruculuğu ya da yayıcılığı” sosyal medyasız olmaz inancı yayılmaya başladı. Bu söylemler demokrasi mücadelesinin doğal araçlarını göz ardı eder bir noktaya kadar geldi. Asıl sakıncası da toplumsal mücadelenin olmazsa olmazı olan “örgütlülük”e darbe vurması oldu.

Hobsbawm, önce tüm ABD’yi sonra birçok ülkeyi saran/sarsan “Occupy Wall Street” hareketi için, sevdiği bir arkadaşının, “çok iyi, Çok yararlı ama eğer bir parti yoksa, geleceği de yoktur bu hareketin” dediğini aktarıyor.

Benzeri bir durum ilk keşfedildiğinde telgraf için de geçerliydi. Bu son derece yararlı buluş da demokrasi yayıcılığı konusunda ciddi olarak umut aşılamıştı icat edildiği dönemin aydınlarına. Fransa’da bilim adamı Alexandre-Theophile Vandermonde 1795’te telgrafın halka demokrasiyi yerleştireceğine inanmıştı tüm içtenliğiyle. Bu düşünceye karşı çıkanın büyük filozof Jean-Jacques Rousseau olduğunu da ekleyelim.

Telefon da benzeri beklentiler uyandırdı ilk yayıldığı yıllarda. Konuşabilmek için mesafeleri ortadan kaldırmış oluşu “demokrasinin, çoğulculuğun” yayılmasında çok önemli bulundu. Tren için de aynı şey geçerliydi. Trenin de varlığı, “çoğrafyalar arasında yakınlık” sağlayarak büyük insanlık ideallerinin gerçekleşmesine katkısından ötürü adeta kutsandı.

Trene çok ama çok önem veren ilk düşünür olsa da Proudhon (bile) düşünceleri dolaşıma sokacak olanın taşıtlar vs değil, yazarlar, özgür bir medya ile kamusal tartışmalar olduğunu söyleyecektir yine de. Sinema için de benzeri beklentilere girilmiştir. Tüm bu buluşların insanlığa katkıları elbette yadsınacak gibi değil. Ama tüm onların varlığına rağmen hâlâ “demokrasi”den yoksun yaşıyor dünya. Demek ki etki güçleri bir yere kadar hepsinin.
Gezi Parkı, arkasında dünya halklarının büyük protesto tarihi olan büyük bir direnişti. Kutlu olsun.

***

Şu kilise çanı: Protestoya çağrı aleti
Gezi Parkı direnişçileri sosyal paylaşım siteleri aracılığıyla örgütlendiler, elbette doğru bu. Sanal ortam olmasaydı da bir yolu bulunurdu bir araya gelmenin. Her “toplumsal kalkışma” örgütlenme araçlarını kendisi yaratır. Geçmişte de kendiliğindenci kabul edilen kimi protestoların katılımcıları, eylem alanlarında toplanmalarını sağlayacak iletişim kanalları bulabildiler her defasında. Buna Paris’te 5 Ekim 1789’da gerçekleşen, Ekmek Ayaklanması olarak adlandırılan kalkışma örnek gösterilebilir. Ekmek fiyatlarındaki artıştı kalkışmanın nedeni. Toplanmak, birbirlerinden haberdar olabilmek için tek bir araç kullandılar Fransız “çapulcular”. Saint-Antoine semtinin kadınları Saint-Marguerite Kilisesi’nin görevlisini zorlayarak gün boyu çan çaldırdılar örneğin. Sokağa çıkılması gerektiğinde de hep bu çan çalındı. Ayaklanma haberi kulaktan kulağa yayılarak kalabalıkların şehir merkezindeki belediye binasının önünde toplanmalarına yol açtı.

***

Çapulcu: Anlamı ‘direnişçi’ye dönüşen kavram
Boyutlarının ne olduğu konusunda henüz bir fikrinin olmadığı ilk günlerde, muktedirin, her zamanki kibriyle, “üstten bakan egemen” tavrıyla, Park direnişçilerine hakaret amaçlı sarf ettiği “çapulcu” sıfatı, muktedirin yapmasını beklediği etkinin tam tersine yol açmış, park direnişçileriyle,”Gezi Ruhu”na sahip hemen hemen herkes kendisini “çapulcu” olarak tanımlamıştı. Toplum içerisinde çoğunluğu değil, azınlık bir kesim olumsuz insanı hedefleyen, “başıboş, işe yaramaz” anlamlı bu ifade, “çoğunluğu” tanımlamak için kullanıldığında, içerdiği olumsuz anlamından sıyrılmış oluyordu. Çünkü çoğunluk “iyi” kabul edilen davranışlara sahipti, dolayısıyla tüm “iyilerin” çapulcu sayılması, kavramın anlamını da tersine çeviriyordu haliyle.
gezi-parki-direnisi-bes-yil-gecti-uzerinden-468932-1.
“Çapulcu” artık neredeyse tüm muhaliflerin ortak adı olmuştu. Sözcüğün yaygınlığıyla, kapsadığı kesimlerin çeşitliliği inanılmaz boyuttaydı. Muktedirin küçümseme amacıyla söylediği sözcük, artık bambaşka anlamlar kazanmış, sözcüğün ifade ettiği “gerçek” anlamla sadece muktedir başbaşa kalmıştı.

Benzeri bir serüveni 16. yüzyılda “dilenci”, 17. yüzyılda da “ayak takımı” sözcükleri yaşadı. Hollandalı soylular, yoksulları küçümsemek amacıyla düzenledikleri bir ziyafete ellerinde dilenci çanaklarıyla katıldıklarında beklediklerinin tam tersi olmuştu. Yoksullar kendilerine layık görülen “dilenciler” sıfatına itiraz etmek yerine hemen sahip çıkmışlardı. Ülkenin büyük kentlerinde “yaşasın dilenciler” sloganı duyulur oldu uzun süre. Dilenci şarkıları ülkenin her yerini sardı. Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin “Çapulcu musun?” şarkısının neredeyse tüm Türkiye’yi sarması gibi.

Çapulcu’nun Batı’daki karşılığı sayılabilecek “ayaktakımı” sözcüğü 17. yüzyılın sonunda İngilizceye girdi. Büyük kültür tarihçisi Peter Burke, üst sınıfların bu sözcükle halkın siyasal bir bilince sahip olduğunun farkına vardıklarını, dolayısıyla onlardan duydukları endeişeyi bu sözcükle yansıttıklarını söyler.

“Baldırıçıplak” deyimi de böyleydi. Fransızcadaki Sansculotte’un (Külotsuzlar) karşılığı gibidir, bir anlamda. Soyluların, zenginlerin giydiği bacaklara yapışan kısa pantolonlara verilen addır bu. Fakirler giyemedikleri için onları küçümsemek amacıyla onlara Külotsuzlar (Baldırıçıplaklar) denirdi. Fransız Devrimi’nden önce Külotsuzlar sözcüğüyle şairler, entelektüeller tanımlanır oldu. İlk kullanımının 1790 tarihine kadar gittiği biliniyor. O yıllarda yayımlanan bir broşürde “donsuz millet" diye de bir cümle vardır. Christine Bard, sözcüğünün anlamının 1792’de değiştiğini belirterek, yoksullarla vatanseverlerin kendilerine gururla “külotsuzlar” dediklerini kaydeder.

***

Tencere-tava: Tarihsel gereçler

RTE’nin küçümseyici bir dille “tencere, tava, hepsi aynı hava” dediği, Gezi Parkı’nda da rastladığımız ama sonraki günlerde park sınırlarını aşıp mahallelerdeki protetso yürüyüşlerinde gördüğümüz tencereye, tavaya vurma eylemleri 17. yüzyılın açık hava gösterilerinin vazgeçilmezlerindendi. Charivari (Curcuna) adı verilen törenlerde de çanaklara, tepsilere vurulurdu. Bunun Felemenkçedeki adı Ketelmusik, yani tencere müziği idi. Bu Charivari denen ritüel büyük halk festivallerinde kent toplumunun denetimi dışına çıkan, kuraları çiğneyen kişilere karşı uygulanırdı.

***

Oturma eylemi böyle başladı
Gezi Parkı Direnişi sırasında bildiğimiz protesto biçimlerinden “oturma eylemleri”ne de sık rastlandı. Bu eylem biçimin tarihi eskidir. Avrupa’da halk protestoları 1500’lerde başlayıp 1789’a kadar sürdü. Avrupa’nın ekonomik, siyasal değişimlerinin sonucuydu bu. Özellikle halk yararına olmayan uygulamalara yol açan ekonomik gelişmeler söz konusu protestoların gerçek nedenini oluşturuyordu. Son derece barışçıl “oturma eylemi” bu tür protestolar sırasında başladı örneğin. Yeni vergiler konduğu ya da konacağı zaman otoriteler bu görüşmeleri loncalar aracılığıyla yapardı. Loncaların bir itirazı varsa,yetkililerin görüşme çağrısına uymazlar, “yerlerinde oturarak” durumu protesto ederlerdi.