Ülkelerin ve halkların tarihinde iz bırakan önemli günler, önemli ve sembolik direnişler vardır.

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde de mesela, DP-Menderes iktidarına başkaldırı gösterilerinin bir parçası olan 28-29 Nisan 1960 olayları, DİSK’in 1966 Çıplak Ayaklı Adalet Yürüyüşü, 1969’da, 6’ncı Filo’nun denize dökülüş eylemi, 15-16 Haziran 1970 İşçi Direnişi, 4-8 Ocak 1991 Madenci Yürüyüşü, Fındık Yürüyüşleri, CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun 2017 Adalet Yürüyüşü, bunlardan akıllarda yer eden sadece birkaçıdır.

Ama sembolik olarak en az bunlar kadar önemli ve anlamlı olanı, 2013 Haziran ve Temmuz aylarına yayılan "Şanlı Gezi Direnişi"dir. Gezi, AKP dönemi istibdadına başkaldırı anlamında ve "bütün vatan sathına" yayılması itibarı ile belki de (en azından bugüne kadar) en çok iz bırakanıdır.

Ülkenin dört bir yanında ve özellikle İstanbul›da, belki de sayıları on milyonlara varacak kadar büyük kalabalıkların her bir ferdi 9 yıldır, bugün de gelecekte de «Ben de oradaydım» diye gururla o günlerden söz etmekte ve o onurlu direnişin bir parçası olmayı, göğüslerinde bir madalya olarak taşımayı hak etmektedir.

Çarşamba günü gazetemiz BirGün’de bir tam sayfa yayımlanan ve "Gezi Direnişi Davası Tutsağı" 6 arkadaşımızın, Mücella Yapıcı, Can Atalay, Tayfun Kahraman, Çiğdem Mater, Hakan Altınay ve Mine Özerden’in 100’ncü günde 100 sorusunu okurken, biraz içim burkuldu, biraz da "başka sorulara" boğuldum. Bu "boğulma" hali, yine aynı akşam KRT TV’de sevgili Can Atalay’ın babası Mustafa Ağabey’i dinlerken daha da derinleşti.

"Boğuldum" diyorum, çünkü irdeledikçe insanı rahatsız eden, aslında hepimizi rahatsız etmesi gereken bir gerçek ile karşı karşıya olduğumuzu hatırladım. Bir boyun borcu olarak da bunu hatırlatmak gerektiğine inanıyorum.

Evet. Gezi, sıkça kullandığımız bir ifade ile "spontan" bir eylemdi. Bir anda ve çok çeşitli kesimlerin katılımları ile bir "kıvılcımın, koca bir alev topuna dönüşmesi" pratiğiydi. Toplumun çok farklı kesimlerinin ve örgütlenmelerinin sahip çıktığı ve muktediri "tir tir titreten" yani bu anlamda en üst düzeyde başarıya ulaşan bir şanlı direnişti. Bugün bile adını duyduklarında, akıllarına bile geldiğinde "zalimlerin uykularını kaçıran" gerçek bir halk hareketiydi.

Ama şu soruyu da kendimize sormadan edemeyiz:

Madem öyle, madem her birimiz "Ben de oradaydım" diye göğsümüz kabararak 9 yıldır bu övüncü hissediyoruz, yıldönümlerinden vazgeçtim, bu 6 yiğit arkadaşımızın haksız yere mahkûm edildikleri gün bile neden "orada" yani Çağlayan’da değildik? Neden onların hatırlandığı dayanışma gösterilerinde birkaç yüz kişiyi geçmeyen cılız kalabalıklarla, cezaevine yollanan birkaç yüz mektupla yetinmekteyiz?

Arkadaşlarımızın, BirGün’ün Çarşamba günkü sayısında yayımlanan 100 sorusunu herkesin bir kez daha okuması ve bu soruyu kendisine en az 100 kez sorması gerektiğine inanıyorum. Özellikle de Mücella Yapıcı’nın şu sorularını:

"Değerli yurtseverler, demokratlar, sosyalistler, sosyal demokratlar, bir araya gelebilmek ve barış, demokrasi ve insan hakları için siyasi bir “Gezi’yi” inşa edebilmek için hapishanelerde toplanmayı mı bekliyorsunuz? ‘Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz’ sözü sadece mitinglerde kullanılan bir slogan mıdır?"

Mustafa Atalay’ın ve Can’ın annesi Şükran Hanım’ın oğullarına her sarılışta, Tayfun Kahraman’ın, kızı Vera’yı her hatırlayışında hissettiklerini, biraz da "omuzlarımızda ağır bir yük olarak hissetmemiz gereken" bir "soru yükü" olarak değerlendirmemiz gerekmiyor mu?

Spontan bir hareketin, demokrasiden ve özgürlüklerden yana ve istibdada karşı tüm kitlesel-mesleki-çevreci örgütlenmeler tarafından "kalıcı ve sürekli" bir demokratik "Gezi Süreci"ne dönüştürülmesini, 6 arkadaşımıza ne kadar sahip çıkabildiğimizi sormamız gereken bir "düşünme seansına" ihtiyacımız yok mu sizce?

BİLİM VS. TERÖR

Pandemi ile mücadele sürecinde aşının ve toplumsal farkındalığın rolüne dikkat çeken bir güzide bilim insanımıza, Prof. Dr. Esin Şenol’a yönelik alçakça tehdit ve suikast planı hazırlığının deşifre olması hadisesini günlerdir konuşuyoruz. Olayın faili konumundaki, kendisine "doktor" süsü veren bir meczubun, bir şarlatanın ortadaki bütün delillere rağmen bir iki soru sorulup yeniden aramıza «salınmasını» da ibretle izliyoruz. Bununla da kalmayıp, "İktidarı arkasına almaya çalışan ya da arkasında olduğu izlenimini veren" paylaşımlarla, beni ve sevgili meslektaşım-dostum Ayşenur Arslan’ı tehdit eder, hedef gösterir hakaret eder mesajlarını da ibretle not ettik.

Bunun gibilerin de, şunu not almasını talep ediyoruz:

Bizler; bilimin, bilim insanlarının, insanlığın, halk sağlığının, demokrasinin, basın özgürlüğünün, özgür gazeteciliğin safında yer almayı sürdüreceğimize and içmiş insanlarız. Terörün her türüne, zorbalığın, faşizmin, istibdadın, saldırganlığın her biçimine, gözümüzü kırpmadan karşı çıkmaktan ve mücadele etmekten bizi kimse geri durduramaz.