1992 veya 93’dü. 17 Kasım 1973’te Albaylar Cuntası'na karşı direnişin başlatıldığı Atina Üniversitesi (Politeknik) öğrencilerinin bir etkinliğine davet edilmiştim. Bir kargaşa çıkmış, galiba ‘polis’ falan denilerek, bir motosikletin terkisinde konuştuğum amfiden apar topar uzaklaştırılmıştım.

Yunan öğrencilerin o gün hediye ettiği tişörtü yıllarca giydim. Beyaz tişörtün önüne alevler arasından göstericilerin çıktığı ve “Yak Yavrum, Yak” diye çevirdiğim Burn Baby, Burn! yazan bir fotoğraf basılıydı. Yerin Los Angeles olduğu, fotoğrafın altındaki “Los Angeles 1992” yazısından belliydi.

Tişört 1992 Los Angeles’ına göndermeydi. “Burn Baby, Burn”ün daha önce, 11-16 Ağustos 1965’te Los Angeles’in Watts bölgesinde patlak veren isyanın sloganı olduğunu sonradan öğrendim.

11 Ağustos 1965’te siyahları hedef alan bir polis şiddetinin tetiklediği isyan, bütün kenti sarmış ve 34 kişinin ölümü ve 40 milyon dolarlık hasarın ardından bastırılabilmişti.

“Yorgunuz. / Hasta ve yorgunuz / Yorgunuz / hasta ve yorgun olmaktan” diye başlayıp, arada polise küfürle karışık öfke kusan ve “Şık-mahalleler / beyaz-hat / şarap-mahalleleri / siyah-hat / yak yavrum, yak / zamanla / öğrenecek o.”* diye biten şiiri, Watts İsyanı için şair Marvin X yazmış, şiir birkaç kez de bestelenmişti.

Watts İsyanı’ndan 60, tişörtünü giydiğim Los Angeles İsyanı’ndan da 30 yıl kadar sonra ABD yine alevler içinde.

Watts’taki gibi, 1992’de de, temelinde yoksulluk, eşitsizlik ve ayrımcılık gibi ağır toplumsal sorunlar yatan isyanın kıvılcımı polis şiddeti olmuştu. Rodney King’i vahşice döverek gözaltına alan 4 polis, 29 Nisan’da mahkemece beraat ettirilip serbest bırakılınca, öfke de güney Los Angeles sokaklarına taşmıştı.

92 İsyanı’nın bastırılması 63 cana, 2 bin 383 kişinin yaralanmasına ve 1 milyar doların üzerinde maddi hasara mal olmuştu!

Şimdi yine vahşet ve polis şiddeti!

Bu kez sokakları ateşe veren öfkenin kıvılcımı bir polisin boğazına basarak nefessiz bıraktığı George Floyd’un ölümü oldu. Temelde yine yoksulluk, ayrımcılık, eşitsizlik, işsizlik var…

Bakmayın böylesi durumlarda muktedirlerin hep yaptığı gibi “radikal sol” ve antifaşist (ANTIFA) grupları suçlayan Trump’ın Beyaz Saray’ın çitleri gerisinden, gizli servisin kendisine sağladığı güvenliği övmesine: “Gizli servis, dün gece Beyaz Saray’da harika bir iş çıkardı. Kendimi daha güvende hissedemezdim… kim ileri gider ve çizgiyi aşarsa, hemen sertçe yatıştırırlar. (Göstericiler) kendilerine neyin çarptığını anlamazlar.”

Neyle suçlanıp nasıl damgalanacağını yakında göreceğimiz siyahi aktivist Tamika Mallory’nin dünyanın dört bir yanında yankılanan sözleri, kuşkusuz Trump’ın sarayının çitlerini de aştı: “Yağmacı olan sizlersiniz. Yağmacılığı ve şiddeti sizden öğrendik. İnsanlarımızı öldüren polisleri tutuklayın.

Minnesota’da patlayıp yayılan Floyd İsyanı’nın bilançosu ne olacak henüz bilmiyoruz.

Ancak, sanmayın ki tarih aynen tekerrür ediyor ve isyanlara rağmen bir şey değişmiyor! 1965’te Watts sokaklarındakiler zaman zaman beyazları da hedef alan ve “zenci” yağmacı/çapulcular denilen siyahlardı. 1992’de “zenci” değil “siyah” oldular ve aralarında beyazlar da vardı.

Bugün ise her renkten insan sokaklarda, bir kentte değil birçok kentte! Yoksulluğa, eşitsizliğe, ayrımcılığa karşı vicdanın tetiklediği bir toplumsal hareket sahnede. Floyd’un “Nefes alamıyorum”u zulmü asla kabul etmeyen bir insanlık çığlığına dönüştü!

Gezi’ye selam gibi...

Öyle bir şey ki selam, geçmişten geleceğe de gönderebiliyorsunuz, gelecekten geçmişe de!

*Türkçe bir çevirisini bulamadığım şiirin bu halinin tüm hataları bana ait.