Gıda egemenliği kısaca; gıdayı meta olmaktan çıkararak piyasayla hesaplaşmaktır.

Gıda egemenliği hareketi şimdi yaratılmalı

Adnan Çobanoğlu

Endüstriyel Tarım Sistemi denilince birçok insanın aklına büyük endüstriyel hayvan çiftlikleri, şirketlerin veya kişilerin binlerce hektar arazide tek tip ürün yetiştirmesi gelir. Ancak bu eksik bir yaklaşımdır.


Endüstriyel tarım; “tarımsal üretimde artış, verimlilikte artış” sağlamak adı altında, şirketlerin geliştirdiği tohumların, kimyasalların, enerjinin ve suyun yoğun kullanımını içeren, çiftçileri girdilerde şirketlere bağımlı kılan, bitkisel üretimle hayvansal üretimin birlikteliğini yok eden, binlerce yılda oluşan ekolojik dengeyi bozan bir üretim ve gıda sistemidir. Tabii ki sermayenin bu sistemi oturtması birdenbire olmamıştır. Yoksul ve azgelişmiş ülkelere ”Kırsal kalkınma programları” adı altında teşvik kredileri ve hibeler vermişlerdir. ABD, Türkiye’ye “Marshall Yardımları(!)”nı verirken “tarıma dayalı kalkınma programı” tavsiye etmiş ve kendi uzmanlarının denetiminde bu “kalkınma programları”nı başlatmıştır.

Bu tarımsal üretim tarzı pahalı bir üretim tarzıdır. Küçük çiftçilerin bu üretim tarzına uygulaması zordur. Bu nedenle hükümetler sistemi oturtmak için; taban fiyat uygulamaları, destekleme alımları gibi uygulamaların yanı sıra, çiftçilerin makineleşmesi, girdi teminlerini sağlayabilmeleri, krediye rahat ulaşabilmeleri vb. sorunların çözümü için de kooperatifleşmeyi teşvik etmiştir.

Neoliberal politikaların getirdikleri:

Emperyalizmin 80’li yıllardan itibaren yoğun bir şekilde uygulamaya koyduğu neoliberal politikaların hedefi; enerji kaynaklarının, su ve gıdanın tam kontrolünün sermayenin eline geçmesidir. Bu nedenle “su”ya egemen olma isteği başlı başına bir politik tutum olarak bütün hükümetlere dayatılan bir olgu olmuş “canlıların yaşam hakkı” olmaktan çıkarılıp “meta” haline getirilmiştir. Bütün ülkelerde su; içme suyundan başlayarak özelleştirme kapsamına alınmıştır. Dünyada kullanılabilir suyun yüzde 70’e yakınının tarımsal üretimde kullanılıyor olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda bunun ne anlama geleceği açıktır. Su yolları üzerindeki enerji yatırımları da çiftçiler ve ekolojik denge için önemli bir problem haline dönüşmüştür. Borulara sıkıştırılan su, çiftçilerin erişimine kapalı ve paralı hale gelmiştir. Son günlerde bu konudaki çarpıcı bir örnek Kayseri’de yaşanmıştır. Yıllardır ırmağından yararlanarak tarım yapan çiftçilere DSİ sulama yasağı koymuş, gerekçe olarak da HES’lere yeterli su gitmemesini göstermiştir.

Gıdayı önemli bir sermaye birikim aracı olarak gören sermaye; tohumdan başlayarak gıda üretimi sürecini kontrol etmek istemektedir. Bu nedenle emperyalizmin 2. Dünya Savaşı sonrası uyguladığı ve dayattığı tarım ve gıda politikaları, tohumdan başlayarak gıda üretimi ve tüketimi sürecinin şirketler tarafından kontrol edilmesine dönük olmuştur. Tarımsal üretimin ve gıdanın bir sektör, bir endüstri olarak görüldüğü bu gıda sistemine “Endüstriyel Gıda Sistemi” denilmektedir. Emperyalizm; bütün tarımsal, ticari, siyasi politikalarını buna göre oluşturur, uygular ve dayatır. 20. yüzyıl sonlarına doğru uygulamaya konulan neoliberal tarım politikaları gıdanın metalaşması sürecini ve şirketlerin gıdayı kontrolünü hızlandırmıştır. Bu politikaların ve dayatmaların sonucudur ki; çiftçiler topraklarını bırakmaya zorlanmış, dünyada açlık sorunu, ekolojik tahribat, iklim krizi vb. sorunlar derinleşmiştir.

Dünyanın değişik ülkelerinde sermayenin dayattığı neoliberal politikaların ne anlama geldiğini kavrayabilen ve buna karşı mücadele yürüten muhalefet hareketleri de gelişmiştir.

Gıda egemenliği nedir?

Gıda egemenliği kısaca; gıdayı meta olmaktan çıkararak piyasayla hesaplaşmaktır. İnsanların kapitalizmin dayattığı gıda sistemine karşı durarak kendi tarım sistemlerini belirleme, kendi kültürlerine uygun gıdayı üretme ve tüketme hakkıdır. Üreticiler ve tüketiciler arasında rekabet ve çatışma yerine işbirliğini ve dayanışmayı geliştirmektir. Tarım ve gıda politikalarının; gıdaya erişim hakkına dayanmasını, açlık ve yoksulluğun giderilmesini, temel insani ihtiyaçların karşılamasını, cinsiyetler arası eşitsizliğin kaldırılmasını savunmak ve bunun için mücadele etmektir. Yerel tohumlara sahip çıkmak, tohumların patentlenmesine, GDO’lu tohumlara ve ürünlere karşı mücadele etmektir. Küresel İklim Krizi’ne gerçekçi çözüm sunmaktır. Daha az su, enerji kullanımı gerektiren ve dünyayı soğutacak bir üretim sistemi olan geleneksel köylü tarımına (agroekoloji) sahip çıkmaktır. Doğanın ve canlıların kimyasal ilaçlarla zehirlenmesine karşı çıkmak, kimyasal ilaç üreten şirketlere karşı mücadele etmek, ekolojik dengeyi korunmak demektir. Tüm canlıların gıdaya ve suya erişim hakkını savunmak, suların ve su kaynaklarının özelleştirilmesine karşı mücadele etmektir. Toprağa sahip çıkmak, tarım arazilerinin şirketler tarafından enerji ve maden yatırımları, otoyollar, konut ve fabrikalar için gasp edilmesine karşı mücadele etmektir. Bu mücadelelerin hepsi sınıfsaldır. Emek-sermaye çelişkisinin günümüzde aldığı biçimdir. La Via Campesina sermayenin çözüm önerilerinin peşine takılmadan kendi sınıfının konumuna uygun, emekten yana alternatifler üretmiş, mücadele etmiş, üretmeye, mücadele etmeye de devam etmektedir.

Gıda egemenliği, sadece gıda yetiştiren ve toplayanlar için bir talep değildir; La Via Campesina’nın toplumu bir bütün olarak dönüştürme önerisidir. Bu öneri zamanla “kırsal kalkınma” için alternatif bir bakış açısı olarak kırsal ve kent merkezli sosyal hareketler tarafından benimsenmiştir. Gıda krizi yaşamamak, açlıkla karşı karşıya kalmamak istiyorsak ülkemizde hızla bir gıda egemenliği hareketi yaratmak zorundayız.