Dünyanın en büyük 10 firmasının tohum satışlarında pazar payı yüzde 73’tür. Gene tarımsal ilaç sektöründeki en büyük 10 firmanın dünya pazar payı ise yüzde 89’dur. Bu firmaların beşi aynı zamanda iki listede birden yer almaktadır

Gıda egemenliğine saldırılar: Emperyalizmin aynası

Oğuz Oyan - Emekli Öğretim Üyesi

Dünya gıda güvenliği kötüye gidiyor. Birçok ülke, özellikle azgelişmiş ülkeler (AGÜ) bakımından daha da kötüleşiyor. Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler (GOÜ) sınıfında sayılan çevre ekonomileri de bu gelişmelerden payını alıyor. 2008 kriziyle birlikte yeni bir gıda açığı eşiğine ulaşılması, birçok ülkede gıda fiyatlarının durdurulamaz artışıyla bir gıda krizinin tetiklenmesi, yeni yoksulluklara, gıdaya erişimde yeni yoksunluklara kapıyı açmış bulunuyor.

Gıda güvenliği/güvencesi kavramı, bir ülke açısından, yeterli gıdayı üretebilmenin yanında satın alabilme kapasitesini de içeriyor. (Bir insan/aile açısından da, besleyici gıdaya uygun fiyattan yeter miktarda erişebilme olanağı olarak anlaşılıyor). Dostumuz Prof. Tayfun Özkaya, ülkeler bakımından kullanılan “gıda güvenliği”ni güçlülerin kavramı olarak görüp “gıda egemenliği” kavramını öneriyor. Bizim de benimsediğimiz bu kavramı, ülkelerin kendi ekolojik ve sosyal çevrelerine uygun tarım ve gıda politikalarını bağımsız bir biçimde belirleyebilmeleri şeklinde tanımlayabiliriz. Açıktır ki, gerçek bir gıda egemenliği için kapitalist sistemin ve onun uzantısı olan gıda/ girdi tekellerinin kâr amaçlı dürtülerine uluslararası düzlemde sınırlar konulması, ulusal düzlemde de kamusal müdahalelerin yapılması gerekiyor. Ancak gerçeklik bunun tam tersidir. FAO (Gıda ve Tarım Örgütü) gibi BM kuruluşları, sistemin aşırılıklarının kabul edilebilir görünmesini sağlamaktan başka işe yaramıyor. Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) ve Dünya Bankası (DB) gibi kapitalist düzenlemenin Truva atları ise, gıda güvenliği/egemenliğini genelde dünya bütünü açısından, özelde yoksul kitleler ve yoksul ülkeler açısından aşındırmanın düzeneklerini oluşturmakla meşgul oluyorlar!

Gıda rejimleri: Küreselleşmenin farklı yüzleri
Aslında DTÖ ve DB, gelişmiş kapitalist ülkelerin hakimiyetinde şekillenen “üçüncü gıda rejimi”nin baş oyuncuları olmaktan öte bir işleve de sahip değiller. H. Friedmann ve Ph. McMichael tarafından geliştirilen “gıda rejimi” kavramı, değerli meslektaşımız Prof. Zülküf Aydın’ın da temel analiz aracını oluşturuyor. (Bu alt başlıkta geniş ölçüde yararlandığımız Z. Aydın’ın bu yıl İmge’den çıkan Çağdaş Tarım Sorunu başlıklı önemli kitabı içinde bkz. ss. 122-30). Kavramı, belirli tarihsel koşullarda gıda üretimi, ticareti ve tüketimine ilişkin uluslararası kurallar ve düzenlemeler bütününü içeren bir dönemsel kesit olarak tanımlamak mümkün.

Bu kavramla tanımlanan üç gıda rejimi dönemi aslında üç küreselleşme dönemiyle esas itibariyle çakışıyor. 1870’li yıllardan başlatılıp esas olarak 1914’e (uzatmalarıyla 1930’lara) kadar giden “Birinci Gıda Rejimi” dönemini, en çok kolonyalist sömürünün monokültür tarımı karakterize ediyor. “Yerleşimci Sömürgeci Gıda Rejimi” de denilen bu düzenleme rejimi, aslında İngiliz hegemonyasının geçerli olduğu birinci küreselleşme dönemiyle (kapitalizmin emperyalizme dönüştüğü dönemle) örtüşüyor.

Küreselleşmenin kesintiye uğradığı iki savaş arası dönem sonrasında, ABD hegemonyasında ikinci küreselleşme dalgası şekillenir ve kurumsal yapıları oluşturulurken (Washington Konsensüsü), 1930’lardaki korumacı dönemde ilk belirtileri ortaya çıkan “İkinci Gıda Rejimi” de esas olarak savaş sonrası dönemden 1970’lerin ortalarına kadar giden dönemi belirlemeye başlar. Korumacı ve köylüyü/çiftçiyi destekleyici özellikler taşıyan bu gıda rejimi de gelişmiş ülkeler merkezlidir; dönemin kalkınmacı politika tercihleri çerçevesinde kimi GOÜ’ler de bağımsız tarımsal kalkınma stratejileri geliştirebilmeyi başarabilmişlerdir. Bununla birlikte, ana çizgi olarak, GÜ’lerde tarım sanayileşir ve tarımsal destekler daha sistematik bir çerçeveye ulaşırken, çevre ülkelerin çoğunda gıda egemenliğinden kopuşa yol açan bağımlılık etkenleri bu dönemde çalışmaya başlayacaktır.

Bu dönemin başlarından itibaren ABD’nin tarımı bir hegemonya aracı olarak kullanmaya başlamasının araçları Marshall yardımları ve tarımsal ürünlerde ihracat destekleri biçiminde ortaya çıkmıştır. (Z. Aydın, 124) Tarımsal fazlaların eritilmesini dış pazarları ele geçirme strajesinin bir parçası olarak da kullanmaya başlayan ABD, hibeler/gıda yardımları/uygun koşullu krediler ve dampingler gibi haksız rekabetin tüm unsurlarını devreye sokmuştur. Avrupa Ekonomik Topluluğu ülkeleri kendilerini erkenden bu tür saldırılara karşı korumaya hazırlamışlar ve kendi ekonomik entegrasyonlarının önceliğini bir ortak tarım politikası oluşturmaya vermişlerdir. Bu dönemden itibaren uluslararası sanayi-tarım-gıda tekelleri güçlenmeye, özellikle tarımsal girdilerin üretiminde yoğunlaşmaya başlamışlardır. Yeni bir bağımlılık ilişkisi olarak ortaya çıkan “Yeşil Devrim” de bu dönemin ürünüdür.

“Üçüncü Gıda Rejimi”nin temel özellikleri 1990 sonrasındaki dönemde oluşmakla birlikte, bu rejimin, üçüncü küreselleşme dalgasının başladığı 1980’li yıllardan itibaren mayalanmaya başladığı kabul edilebilir. 1990’lı yıllar sonrasında neoliberalizmin hakimiyetinde şekillenen daha da uluslararasılaşmış ve ulus-ötesi şirketlerin (UÖŞ) denetimine girmiş dünyada, küresel gıda-girdi zincirlerinin bir parçası haline dönüşen, gelişmiş kapitalist ülkelerin ortak hegemonyasına denk gelen daha dayatmacı bir gıda rejimi kurulmuştur. Tarımsal ürünlerin kalite standartlarının merkezden belirlendiği, sertifikalı tohum ve GDO’lu ürünlerin, kimyasal girdilerin üretim ve dağıtımının merkezileştiği, kısacası yeni bir işbölümü yoluyla dünya tarımının kontrol edilebildiği yeni bir düzen ve bunun kurumsal araçları oluşturulmuştur. İkinci Gıda Rejiminin kurumu olan GATT bu dönemde DTÖ’ye dönüştürülmüş ve DB ile birlikte tarımda merkezi dayatma kurumları olarak çalışmaya başlamışlardır. Bu dönemde tarımda “Genetik Mühendisliği” yeni bir “Yeşil Devrim” olarak öne çıkarılacaktır.

gida-egemenligine-saldirilar-emperyalizmin-aynasi-527341-1.
AKP iktidarı, Türkiye’ye bu konularda dayatılan düzenleme taleplerini itirazsız kabul ederek, 2004’te Islahçı Haklarının Korunması Kanunu’nu, 2006’da Tahumculuk Kanunu’nu ve 2007’de Yeni Bitki Çeşitlerinin Korunması Uluslararası Sözleşmesine Uyum Kanunu’nu çıkartmış ve böylece Türkiye’de tohumda biyoçeşitliliğin sonunu getirmeyi büyük ölçüde “başarmıştır”.

1995 DTÖ Tarım Anlaşması
Uluslararası ticarette sınai mallarda 1980’lerde başlayan liberalizasyon, tarım ürünleri açısından biraz gecikmeli olarak işlemiştir. Bunun nedeni GÜ’lerin kendi aralarındaki rekabet-koruma çekişmelerini aşacak bir uyum ortamına kolayca gelememeleriydi. 1948-1994 arasında faaliyette olan GATT’ın bünyesinde sürdürülen son müzakere turları (1986-1994: Uruguay Round) sonucunda GATT yeni bir yapıya, DTÖ’ye dönüştürülürken, Uruguay Toplantılarının uluslararası bağlayıcı resmi belgesi olarak 1995’te bir Tarım Anlaşması imzalanması da kararlaştırılmıştı. (2010 yılında Toplum ve Hekim Dergisi’nde yayınlanan yazımız bu Anlaşma konusunda daha fazla ayrıntı vermektedir).

1995 Tarım Anlaşması metni üç alanda liberalizasyon önermekteydi: (i) Ülkeler tarımsal ürün ithalatında korumayı kaldırmalı (pazara giriş serbestisi); (ii) tarımsal ürün ihracatına dönük teşvik ve sübvansiyonlar son bulmalı; (iii) tarıma dönük iç destekler tasfiye edilmeliydi. Bütün bunlar, ülke gruplarına göre farklı takvimlere bağlı olarak uyulması zorunlu süreçler olarak tanımlanmaktaydı Örneğin iç destekleri tarımsal hasılanın yüzde 10’unu aşmayan ülkeler -ki bunların büyük bölümü AGÜ ve GOÜ’lerdi- “de minimis” kapsamında kabul edilerek iç destek indirimleri zorunluluğu dışında tutulmuştu. Türkiye, bu kapsama alınmayı başarmıştı.

1995 Tarım Anlaşması DTÖ ve dünya açısından nihai bir belge sayılmazdı ama ilk önce işlerliği sağlanmalıydı. Bunun için ne izleyen Singapur Konferansı (1997), ne de küreselleşme karşıtı gösterilerin zirve yaptığı Seattle Konferansı (1999) çözüm olabildi. DTÖ’nün İkiz Kulelerine yapılan dünyanın gördüğü en büyük terör saldırısı (11 Eylül 2001) süreci biraz yavaşlattıysa da 2003’te Cancun (Meksika) Toplantısı yapılabildi. Burada GÜ ile GOÜ-AGÜ arasında keskinleşen saflaşmalar 2004’teki Cenevre Toplantısı’nda GOÜ’lerin direncinin kısmen kırılmasıyla bir sonuca bağlanmış gözüktü. Gerçekte ise DTÖ ve arkasındaki büyük güçler, izleyen müzakere süreçlerinde de tarımın küreselleşmesini tam olarak sağlayamadılar. GÜ’ler arası rekabetten daha önemlisi, GOÜ’ler ile AGÜ’lerin kendilerine dayatılan politikalara karşı aralarında çeşitli ittifaklar kurarak direnebilmeleri nedeniyle, DTÖ görüşmelerini çıkmaza sürüklendi.

Ancak, GÜ’ler bu başarısızlığı kabullenmediler. Esasen 1990’ların ikinci yarısından itibaren GOÜ ve AGÜ’ler üzerine farklı yollardan baskı yapmaya başlamışlardı: Birinci yol, ikili ve çoklu serbest ticaret anlaşmalarıydı. GÜ’ler, kendilerini tehdit etmeyen sanayi ve tarım ürünlerine iç pazarlarını açmaları karşılığında, GOÜ ve GÜ’lerin tarım ve hizmetler piyasalarına giriş olanakları elde ettiler. İkinci yol, uluslararası finans kuruluşlarının (IMF-DB) kapılarını çalan ülkelere tarımda yapısal dönüşüm programları dayatmalarıydı. Üçüncü yol, AB/NAFTA gibi ekonomik bütünleşmelere dâhil olan çevre ülkelerinin bağımsız tarım politikalarına son vermekti. Bunun en bilinen örneği, 15 üyeli AB’nin 27 üyeli bir yapıya geçmesi ve bunu gerçekleştirirken kendi Ortak Tarım Politikasını giderek rafa kaldırma fırsatını bulmasıydı. (Türkiye, 1995’te “de minimis” kapsamına alınmayı başarmakla birlikte, aynı yıl AB ile imzaladığı GB düzenlemesinde bundan ödünler vermekte gecikmiyordu. 2000’deki IMF/DB düzenlemeleriyle ise 1995 kazanımını tamamen terkediyordu).

Yeni Saldırı Araçları: Tarımsal Girdilerde Tekelleşme
Gerek DTÖ eliyle gerekse IMF-DB gözetiminde sürdürülsün, tarımsal ticarette serbestleştirme, tarımsal KİT’leri özelleştirme ve tarımsal destekleri asgariye indirme politikalarının sonuçları, yüksek verimlilik ve yüksek tarımsal fazlalarla çalışan GÜ’lerin çıkarına olmuş; bu arada tarımsal girdiler alanında GÜ’ler çıkışlı ulus-ötesi şirketler, tohum, GDO gibi tarımsal sanayi ürünlerinde açılan yolu iyice genişletmeyi başarmışlardır.

Örnek verelim: Dünyanın en büyük 10 firmasının tohum satışlarında pazar payı yüzde 73’tür. Gene tarımsal ilaç sektöründeki en büyük 10 firmanın dünya pazar payı ise yüzde 89’dur. Bu firmaların beşi aynı zamanda iki listede birden yer almaktadır. (Bu konularda bkz: T. Özkaya, “Tohumda Tekelleşme ve Etkileri”, N. Oral (ed.), Türkiye’de Tarımın Ekonomi-Politiği, 1923-2013, Nota Bene, 2013, ss. 532-67). Kaldı ki satın almalar ve birleşmelerle firma sayısı da giderek azalmaktadır. (En son Bayer şirketi Monsanto’yu satın almıştır).

Sertifikalı tohum satışlarını arttırmanın birkaç yolu vardır: Birincisi, ürün-tohum-ürün döngüsünü kırarak çiftçinin ürününden tohum elde etmesinin yolunu tıkamak; ikincisi, fikri mülkiyet hakları sistemiyle (TRIPS) tohumların tekrar kullanılmasına veya takasına/ticaretine yasal engeller koymak; üçüncüsü, tarımsal desteklerin sadece sertifikalı tohum kullananlara verilmesini sağlamak... Birincisi hibrit tohumların yolunu açmış ve bu süreç kendini yok eden (terminator) tohumlara kadar gitmiştir. GDO’lu ürünler bu sorunları katmerlendirmiştir. Genetik mühendisliği, transgenetik teknoloji, ülkelerin gıda egemenliğinin yararına değil yok edilmesine hizmet eder duruma getirilmiştir.

Sonuç, biyoçeşitliliğin gerilemesidir. “Biyoçeşitlilik insanlığın sürekliliği için temel koşuldur” tespitini yapan FAO’ya göre, 20. yüzyılda biyoçeşitlilikteki kayıp yüzde 75 düzeyindedir (Özkaya, 362). TRIPS yoluyla, biyo-korsanlığın kapıları da açılmış, çevre ülkelerinin biyolojik kaynakları ticari amaçlarla -hukuki kılıfına uydurularak- gaspedilmeye başlanmıştır. (Bazı örnekler için bkz. Aydın, 177-80; Özkaya, 360).

AKP iktidarı, Türkiye’ye bu konularda dayatılan düzenleme taleplerini itirazsız kabul ederek, 2004’te Islahçı Haklarının Korunması Kanunu’nu, 2006’da Tahumculuk Kanunu’nu ve 2007’de Yeni Bitki Çeşitlerinin Korunması Uluslararası Sözleşmesine Uyum Kanunu’nu çıkartmış ve böylece Türkiye’de tohumda biyoçeşitliliğin sonunu getirmeyi büyük ölçüde “başarmıştır”.

•••

Türkiye örneğine daha geniş ölçekte belki önümüzdeki yazıda gireriz. Ama şu kadarını belirtelim: Türkiye tarımında uygulanan radikal tasfiye programının aynı radikallikle tersine çevrilmesinden başka çare yoktur. Bunun anlamı, 2000’lerin sürekli bağımlılık üreten neoliberal politikalarıyla ve bu politikaları dayatan uluslararası odaklarla (bunlara AB, OECD gibi “masum” görünenler de dâhildir) hesaplaşmanın göze alınması gereğidir. Bu hesaplaşmanın kuşkusuz öncelikle gıda emperyalizminin sözcüsü gibi davranan ve ulusötesi şirketlerin rahatça at oynatacakları ortamı hazırlamayı “millilik ve yerlilik” olarak topluma pazarlayabilen iç siyaset odaklarıyla yapılması gerekecektir.