Geçtiğimiz hafta açıklanan enflasyon oranları üzerine bir dizi değerlendirme yapılıyor. TÜİK tarafından yüzde 14,6 olarak açıklanan oranın, vatandaş için inandırıcı olmaktan çok uzak olduğu aşikar. Hepimiz kendi hesabımızdan hareketle, enflasyonun açıklananın üzerinde olduğunu deneyimleyebiliyoruz. Nitekim farklı araştırmalar ve anketler de enflasyonun yüzde 30’ları bulduğunu gösteriyor. Öte yandan, vatandaş açısından enflasyona dair en önemli konuların başında en büyük harcama kalemi olarak elbette gıda fiyatları geliyor. TÜİK’e göre gıdadaki enflasyon da yüzde 20,61.

Öncelikle belirtmekte fayda var ki gıda fiyatlarının tüketici enflasyonunun üzerinde artış göstermesi yeni bir durum değil. Bu sıkça işaret ettiğimiz gıda krizinin bir yansıması olarak düşünülebilecek bir durum. Bunun sebebi ise küçük köylülüğün tasfiyesi yoluyla gıda üretiminde küresel şirket kontrolünü artıran tarım politikaları. Nitekim pandeminin tam da bu sistemden kaynaklanan sorunları derinleştireceğini ve sistemin değişmesi gerektiğini her fırsatta tekrar ediyoruz.

Pandemide sorunlar nasıl derinleşti bir kez daha bakalım: Bu dönemde gıda talebinin artmasına karşın çiftçilere yönelik kısıtlamalar nedeniyle tedarik süreçlerinde sorunlar yaşandı. Bunlara endüstriyel üretim kaynaklı iklim krizinin sonucu olan kuraklık veya sel, dolu gibi mevsimsel krizler de eklendi. Ayrıca, ithalata bağımlı girdi maliyetleri de kur nedeniyle katlandı. Köprü ve otoyollar için verilen geçiş garantilerinin döviz üzerinden hesaplandığını ve vergilere yapılan zamları da atlamayalım.

Tüm bunlar olurken hükümet, yerel üreticiyi koruyucu önlemler almadı. Pazar erişimini, tarlaya, bahçeye erişimi kolaylaştıracak organizasyonlar yapmadı. Aksine, ithalatı teşvik ederek belirli ürünlerde gümrük vergisi indirimleri yaptı. Bu sayede ayçiçek yağı ithalatında birinci olurken, son 4 ayda ayçiçek yağının yüzde 60 zamlanmasının da önüne geçemedi. Kamu emekçilerinin, maaşlarına yapılan yüzde 7,3lük zama tepki olarak kendilerini ayçiçek yağıyla kıyaslayarak isyan etmeleri de bundan. Halbuki gümrük vergisi indiriminin gerekçesi de tam olarak “gıda enflasyonu”nu düşürmek olarak ifade ediliyordu. Bunlar da yetmediği gibi, tedarik süreçlerinde de çiftçinin pazara erişimini pandemi nedeniyle kısıtlarken, büyük zincir marketlerin ve aracıların konumunu güçlendirdi.

Geçtiğimiz gün “battık biz!” diyerek isyan eden Niğdeli patates üreticilerinden biri ürettikleri patatesi 50 kuruştan satamadıklarını ifade ederken, çiftçinin intihar etmeye başlayacağını dile getiriyordu:

“(...) adam intihar edecek intihar. İntiharlar başlayacak bundan sonra. Köy yerlerinde kimsenin evinde huzur yok. Bizim maaşımız yok, sigortamız yok, Bağkur’umuz yok. 10 kişi çalıştık bir ay. Üçer bin liradan 30 bin lira yapar normal bir işte çalışsak. Bir teneke yağı evimize alamıyoruz. Veresiye alıyorduk, bakkal da vermiyor artık. O da biliyor bizim iflas ettiğimizi vermiyor, o da haklı. Şeker alamıyoruz, komşular birbirinden ödünç şeker alıyor çay içmek için.”

Sanılabilir ki bunlar tekil isyanlardır. Hayır, hiç de öyle değil. Borçları nedeniyle “tarım çiftçilere lüks olmaya başladı” diyerek eylem yapan çiftçilerin sayısı da artış gösteriyor. Toprakları elinden alınan, üretimi engellenen köylünün isyanı da artıyor. Kentlerdeki halk ekmek kuyruklarının da, tane ile meyve-sebze alanların da sayısı artıyor. Bu politikalar, yoksulluğu artıran, yoksul kesimlerin alım gücünü daha da düşüren, çiftçi açısından ise belirsizliği artıran ve sürekli borçlanılan bir döngü ortaya çıkarıyor. Bu politikalar sürdüğü sürece de sorunların ağırlaşması kaçınılmaz. Fiyat artışlarının, borçlanmanın, yeterli gıdaya erişememenin, açlığın, tarımdan kopmanın, işçileşmenin… Pek tabi, vatandaşın, çiftçinin, emekçilerin hükümete duyduğu güvendeki düşüş de artıyor.