Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Organizasyonu’nun (FAO) 1945’teki kuruluş gününe istinaden, 16 Ekim Dünya Gıda Günü olarak anılıyor. Son yıllarda küresel çapta yaşadığımız her sorunda (iklim değişikliği, göç, savaşlar) olduğu gibi, salgın da bir biçimde gıda krizi olarak etki gösterdi.

FAO’nun verilerine göre dünyadaki aç nüfus sayısı her yıl sürekli bir artış göstererek bir milyara yaklaşmış durumda. Özellikle tüm dünyaya hakim bu adaletsiz sisteme, dünya genelinde COVID-19 salgınının neden olduğu olağanüstü koşullar nedeniyle yaşanan kitlesel işsizlik oranlarının artışı eklendiğinde, aç nüfus sayısının önümüzdeki dönemlerde daha da artacak.

Dünyada açlık tehlikesi bu kadar belirgin iken, temel gıda fiyatları sürekli bir artış gösteriyor. İnsanlarımızın açlık sınırında ve yeterli gıdaya ulaşamamasının tek nedeni üretim yetersizliğinden çok tarım ve gıda üretimini piyasalaştırarak tekelleşmeyi dayatan kapitalist sistemin birebir kendisidir.

Açlık sorunu Türkiye açısından da pek olumlu sinyaller vermiyor. Bugün ülkemizde yirmi beş milyon insanımız yani nüfusumuzun nerdeyse 3’te 1’e yakını yeterli gıdaya ulaşamamakta, % 14’ten fazla bir kısmı ise açlık tehlikesi ile burun buruna yaşamaktadır. Dünyayı etkileyen COVID-19 salgını etkisi ülkemizde bu sayıyı yine giderek artmaktadır.

Yoksulluk ve açlık kader değildir. Açlık ve yoksulluk yaşam hakkını ihlal eden, yıkıcı ve insanlık dışı kapitalist sistemin ekonomik adaletsizliğinin bir sonucudur.

Salgın dünya çapında yayılırken Ocak ayından bu yana en büyük gıda ve içecek şirketlerinden sekizinin hissedarlarına 18 milyar doların üzerinde ödeme yaptığını görüyoruz. Bu rakam BM’nin COVID-19 nedeni ile insanların aç kalmasını engellemek için ülkelere çağrıda bulunduğu ve talep ettiği miktarın, on katından daha fazladır.

Bu uluslararası şirketler veya taşeronları, yüzlerce çeşit ticari marka adı altında kendilerini gizlemekte ve Dünya’nın gıda kontrolünü ellerinde tuttuklarını maskelemektedir. Tekellerini pekiştirmek için, gerek gelişmiş ülkeler, gerekse IMF, DTÖ, DB gibi kuruluşlar aracılığı ile en acımasız uygulamaları hayata geçirmekten kaçınmıyorlar.

Ülkemizde tarım ve gıdanın piyasalaştırılması, doğal kaynaklarımızın, sermayenin sınırsız ve kuralsız kullanımına açılması bu kuruluşlarca hız kazanmıştır. AKP eli ile yapılan gıda alanındaki özelleştirmeler, kamu kurumlarının tasfiyesi veya işlevsizleştirilmesi, KİT’lerin yabancı sermaye veya yerli işbirlikçilerine peşkeş çekilmesi gibi uygulamalarla bir talan süreci devam etmektedir. Bu süreç köylülerimizi olduğu gibi kentlilerimizi de yoksullaştırmakta, halkımızın açlık sınırına hızla yaklaşmasına neden olmaktadır.

Oysa korona virüs salgını, tüm canlıların sağlığının birbirleriyle bağlantılı ve bir bütün olduğunu bize tekrar hatırlattı. Pandemi süreci her ne kadar küresel bir sağlık sorunu gibi görünse de, ekonomik, sosyal ve siyasi boyutları ile ele alınmak zorundadır. Salgının etkilerini mevcut sistemin açmazları ve sınıflar arası çelişkinin derinliğini yaşayarak deneyliyoruz. Sağlığı korumak, her ne kadar sağlıklı beslenme ile mümkün görünse de, sağlıklı besine ulaşmanın ise bir sistem sorunu olduğu açıktır.

Küresel Gıda Krizleri Ağı’nın geçtiğimiz günlerde açıkladığı 2020 yılı raporunda, 55 ülkede 135 milyon kişinin gıda güvencesi açısından kriz düzeyinde ya da daha kötü durumda olduğu; COVID-19 salgınının da etkisiyle daha ciddi sıkıntılar yaşanabileceğini vurgulanıyor.

Pandemi küresel düzeyde tarım ve gıda politikalarının birebir değişmesi gerektiğini göstermiştir. Aksi durumda salgının yanında dünyada, bir gıda kıtlığı ve gıda krizi yaşanacağı aşikârdır.

Bu zamanlar; ülke ve dünya olarak, bize mevcut üretim ilişkilerini sorgulamak, düzeltmek ve bu paralelde gıda ve tarım sistemini dönüştürmek için bir fırsat da sağlıyor. Dünyayı bir bütün ve tüm insanları kardeş olarak düşünmemiz gereken bir dönem.” Başka bir dünyanın mümkün kılınacağı bir dönem.
Gıdaya ulaşmanın temel bir hak olduğu, gıda maddelerinin borsada bir meta olarak ele alınmadığı bir sistem yaratmak mümkün. Halkların gıdaya erişme hakkı, ellerinden alınamaz, satılamaz ve devredilemez bir haktır.

Halkların sağlıklı, kültürel açıdan uygun ve sürdürülebilir gıdaya ulaşabildiği, doğru ve yeterli beslenirken gıda çeşitliliğine ulaşabildiği köylü ve tüketiciden yana bir sistem mümkün.

Gerçekçi öngörüler ile planlamacı, yatırımcı, mühendis ile köylünün omuz omuza çalışacağı bir zemin üzerinde, üretimi yeniden organize eden, üreticiden tüketiciye doğrudan bir beslenme zinciri kuran, emek eksenli ve dayanışmayı arttıracak yeni bir yapı, ülkemiz insanı, ülkemiz tarımı, kırsal hayat ve tüketici sağlığı açısından en acil gereksinimdir.