Ülkenin tarımsal üretim deseni bozuldu. Temel ürünlerde dahi ithalatçı konuma düşüldü. Tarım ve gıda üzerinde şirketlerin denetimi giderek güçlendi.

Gıda krizi ve AKP

Ali Bülent Erdem

Üretememe ve gıdaya erişmeme halinin giderek derinleştiği bir gıda krizini yaşıyoruz. Pandemi, savaşlar, kuraklık gibi iklim olayları ve girdi fiyatlarının artışı gıda krizi derinleştirdiği gibi endüstriyel gıda sisteminin ne kadar dayanaksız olduğunu da gösteriyor. Hatırlanacağı gibi 2007-2008 yıllarında yaşanan kuraklık, dünyada bir gıda krizinin yaşanmasına yol açmıştı.


Türkiye gibi önemli bir tarım ülkesinde gıda krizi yaşanacağı birkaç kuşak önce akla bile gelmezdi. Bugün yaşanan krizin temeli, İkinci Paylaşım Savaşı sonrası kapitalist dünyanın yeni lideri olan ABD’nin öncülüğünde inşa edilen yeni dünya düzeninde atıldı. Dünya ekonomisini kontrol ve yönlendirme amacıyla IMF, Dünya Bankası ve finansal kurumlar oluşturuldu. Soğuk Savaş dönemi başlamıştı. Sovyetler Birliği’nin güçlenmesi tehlike olarak görülüyor, güçlü Avrupa devletlerine ihtiyaç duyuluyordu. Marshall Planı işte bu amaca yönelik bir kalkınma planıydı. Marshall Planı kapsamında Türkiye’ye verilen görev Avrupa’nın tahıl başta olmak üzere tarım deposu olması, yani tarıma dayalı kalkınmaydı. Dayatılan üretim tarzı endüstriyel tarım olunca, bu üretim tarzının küçük üreticiler tarafından yapılabilmesi ve yaygınlaşabilmesi için uygun altyapıya ihtiyaç vardı. Kırsal alanın pazara erişiminin sağlanması için yollar açıldı, Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu ile tarım alanları genişletildi, sulama için barajlar yapıldı, tarımda makineleşme başladı. Ürün fiyatları yükseltilerek pazar için üretim teşvik edildi.

Küçük çiftçilerin pahalı bir üretim tarzı olan endüstriyel tarımı yapabilmeleri, ona ayak uydurabilmeleri için tarımsal KİT’ler, kooperatifler eliyle teşvik edildi. Girdi, sulama, kredi ve teknoloji desteklenmeleri yapıldı. Bütün bir tarımsal yapı endüstriyel tarım üzerine inşa edildi.

1980 yılında uygulanmaya başlayan neoliberal politikalar kaçınılmaz olarak tarıma da yansıdı. IMF ve Dünya Bankası dayatmalarıyla uygulanan programlarla küçük üreticilik yok edilecek, tarımı şirketleştirecek kararlar alındı. Devletin tarıma yönelik destekleri giderek azaltıldı. 1980’den sonra gelen her hükümet kesintisiz olarak var olan tarımsal yapıyı yok edecek kararlar aldı.

Tarımsal yapıya esas büyük darbe 2000 yılında IMF ile yapılan stand-by anlaşmasıyla “tarımda yeniden yapılandırma” ve Dünya Bankası “tarımda dönüşüm programı” ile vuruldu. İstenenler; destekleme kapsamının daraltılması, girdi sübvansiyonlarının düşürülmesi, taban fiyat uygulamasının kaldırılması, tarımsal KİT’lerin özelleştirilmesi, TSKB’lerin devre dışı bırakılması, tarımsal kredi faizlerinin yükseltilmesiydi. Dünya Bankası’nın Tarım Reformu Uygulama Projesi (ARIP) kapsamında kaldırılan bütün destekler yerine, üretimle bağlantısı olmayan, dönüm başına ödenen Doğrudan Gelir Desteği (DGD) sistemine geçildi ve bu sistem 2001-2007 arası uygulandı. Çiftçi Kayıt Sistemi’ne (ÇKS) geçildi. Dünya Bankası’ndan devşirilip Ekonomi Bakanı olarak görevlendirilen Kemal Derviş tarafından dayatılan 15 günde 15 yasa kapsamında Şeker ve Tütün yasaları çıkarıldı.

2002 yılında iktidar olan AKP küçük çiftçiler aleyhine, şirketler lehine olan uygulamaları daha büyük bir iştahla uygulamaya başladı. Neredeyse her gün bir yasa, bir yönetmelik çıkarıldı. Saldırının biri bitmeden yenisi geliyordu. Verilen zararlar o kadar çoktu ki, ancak başlıca olanları hatırlatabilmek mümkün.
TEKEL’in tütün, alkol, tuz bölümleri ayrılarak özelleştirildi. Tütün piyasası yabancı şirketlerin denetimine geçti, sözleşmeli üreticilik başladı. Yaprak İşleme Müdürlükleri kapatıldı. Tarımda hızlanan özelleştirme saldırısının yarattığı boşluklar hızla yerli ve yabancı şirketler tarafından dolduruldu.

Nişasta bazlı şeker (Mısır şurubu) kotası artırıldı. Cargill’in bir raporuyla şeker fabrikaların çoğu özelleştirildi.

Biyogüvenlik Yasası çıkarılarak, GDO’lu yem ithalatına izin verildi. Çocuk maması hariç gıda ürünlerinde GDO kullanımının önü açıldı.

Üretici Birlikleri Yasası ile hem tarımsal örgütlerin kontrolü sağlandı hem de çiftçilerin birliktelikleri bozuldu.

Tarım Sigortaları Yasası şirketlere yaradı. Primin yarısı devlet tarafından ödense de, sürekli yükselen prim ücretleri nedeniyle küçük çiftçiler sigorta yaptıramaz duruma düşürüldü.

Organik Tarım Yasası ile organik tarım sertifikası verme yetkisi uluslararası kuruluşlara verildi.

DSİ’nin görevleri sınırlandırıldı. Su Birlikleri Yasası ile her üyenin bir oy hakkı elinden alındı, parsel büyüklüğüne göre oy hakkı tanındı. Küçük çiftçilerin yönetimleri belirleme hakkı kalmadı. Suyun ticarileştirilmesinin önü açıldı.

TİGEM ve TAGEM arazileri yap, işlet, pay ver modeliyle uzun yıllığına şirketlere devredildi.

Büyükşehir/Bütünşehir yasası ile köylerin yüzde 47’si ortadan kaldırıldı. Köylerin tüzel kişiliklerine mal varlıklarıyla beraber el konuldu.

Tarım toprakları enerji, maden ve inşaat sektörlerine açıldı. Şirketler için “Acele kamulaştırma”lar yapıldı.

İktidarın müdahale aracı olarak kullandığı, görev alanı genişletilmiş Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO) ve Tarım Kredi Kooperatifleri küçük çiftçilerin değil, şirketlerin yararına kullanıldı.

Kanunların yetmediği yerde ve/veya kanunları aşmak için yönetmeliklerle şirketlerin önü açıldı. Günümüzde Zeytin Yasası’nı aşmak için çıkarılan yönetmelik gibi.

Kendilerinin çıkardığı Tarım Kanunu’na göre, milli gelirin en az yüzde biri desteklemeye ayrılması gerekirken, bu miktar hiçbir zaman yüzde yarımı geçmedi.

Ülkenin tarımsal üretim deseni bozuldu. Temel ürünlerde dahi ithalatçı konuma düşüldü. Tarım ve gıda üzerinde şirketlerin denetimi giderek güçlendi. Tarımsal yapının dağıtılmasıyla, devletle çiftçiler arasında kurulmuş ilişki yok edildi. Devlet vesayetiyle kurulmuş olsa bile çiftçilerin kooperatif örgütlenmeleri işlevsizleştirilerek, örgütleriyle olan bağı koparıldı. Çiftçilerin elinden tohumları alındı, suları ticarileştirildi, girdi fiyatları alamayacakları fiyatlara yükseldi, ekolojik yapı tahrip edildi, tarlasına ne ekeceğine karar verme yetkisi bile elinden alındı. Sonuç olarak çiftçilerin toprakla olan bağı koparılmış oldu. Küçük üreticiler yoksullaştı, mülksüzleşti, mesleklerini kaybetti. Göç etmek zorunda kalan çiftçiler kentlerin gıdaya ulaşamayan, en zor işlerde çalışan güvencesiz işçileri haline dönüştü. Devletin yaygınlaştırdığı ve teşvik ettiği sözleşmeli üreticilikle çiftçiler şirketlere bağımlı hale getirilerek toprağında işçileştirildi.

Çiftçilerin üretemez duruma düşmeleri, topraklarını terk etmek zorunda kalmaları veya şirketler için üretim yapmaları, gıda üzerindeki denetimlerini kaybetmelerine yol açıyor, bu aynı zamanda gıdanın halkın elinden çıkması anlamını da taşıyor. Gıda halkın ikna edilmesi için kullanılan araca dönüşüyor. İnsanlığın ve yerkürenin geleceği şirketlerin gıda sistemini reddederek, halkın gıda sistemini, gıda egemenliğini inşa etmekten geçiyor. Gıda egemenliği hareketini oluşturmak acil bir görev olarak önümüzde duruyor.