Geçen sene BirGün Pazar için gıda egemenliğinin gıda üretiminde kadın konusuna yaklaşımını yazmıştım. Diyeceksiniz ki her şeyin çözümü gıda egemenliğinde mi? Olmaz mı! Çünkü tarıma dair süreçleri birbiriyle ilişkili ve halkçı bir perspektifle ele alan bir yaklaşım öneriyor. Dahası, toprağın sosyal kullanımı ile köylü tarımı/üretimini bir arada ele alıyor.

Bilindiği üzere tarımla uğraşan ailelerde, kadınlar hem ev içi işleri hem de tarımsal faaliyetleri gerçekleştiriyor. Tohumların saklanmasından, tarlanın bakımına ve hasadına kadar gıda üretiminde önemli bir rol oynuyor kadınlar. Buna karşın aynı işi yapan erkekle göre daha düşük ücrete çalıştırılıyorlar. Çoğunlukla da kayıt dışı ve güvencesiz koşullarda çalıştırılıyorlar. Güvencesizliğin sonucunda birçok iş cinayeti de yaşanıyor. Hatta Türkiye’de tarım işkolu kadın işçi cinayetlerinin en çok görüldüğü alanların başında geliyor. Tüm bunlar gıda üretiminde feminist perspektifin önemine işaret ediyor.

Gıdaya egemen olmak, artan endüstriyelleşme, kimyasal girdiler, büyük ölçekli tarım şirketleri ve de piyasa yanlısı yapısal düzenlemeleri dönüştürmeye yönelik her türlü biraradalığını kapsıyor diyoruz... Bu bir aradalık, gıda üreten kadınlar için aynı zamanda kapitalist ve patriyarkal sisteme karşı bir mücadele anlamına geliyor. Çünkü kadını ve emeğini görünmez kılan, toprağa erişimini güçleştiren, güvencesizleştiren gıda sistemi erkek egemen.

Buradan hareketle gıda egemenliği hareketi toprağın, kadınlar için üretim aracı olmanın ötesinde kültürel, sosyal, duygusal ilişkilerin kurulduğu bir yaşam alanı olarak tanımlıyor. Toprak, yaşamın üretimi ve savunusu anlamlarını taşıyor. Bu nedenle de hareket, toprağa erişimi kadınlar için temel yaşam hakkı olarak ifade ediyor.

Gıda egemenliği hareketi bu hakkı anti-kapitalist ve anti-patriyarkal halkçı köylü feminizmini kavramı üzerinden tartışıyor. Bu anlamda gıda üreticisi kadınların, feminizm ve gıda egemenliği mücadelesi iki hatta sürdürüyor. Ataerki ve cinsiyetçiliğin tarih boyunca var olduğunu kabul eden kadınlar, öncelikle kapitalist ve emperyalist saldırının, doğası gereği muhafazakâr ve faşist ataerki ile özdeşleştiği tespitini yapıyor. Kadınlara yönelik şiddetin ve ayrımcılığın artışının sebebi olarak kapitalizm ve neoliberal modele işaret ediyorlar ve suyun, doğanın sömürüsünün, hayatların ve bedenlerin sömürüsünden bağımsız düşünülemeyeceğini savunuyorlar.

Mücadelenin ikinci hattını ise örgütler içindeki ilişkilerdeki sorunlar, kadınların politik katılımı oluşturuyor. Karar mekanizmalarına katılımda, söz ve eylem üretiminde kadın ve erkek eşitliğinin sağlanması önemli bir yer tutuyor. Ancak pratikte tam bir eşitliğin sağlanamadığı tespiti de yapılıyor. Bunun temel sebebi de gıda üreticisi kadınların tarla ile aile arasında bölünmeleri ve bir tercih yapmaları durumunda aileyi seçmek zorunda kalmaları olarak ifade ediliyor. Bunlara ek olarak, dünyanın her yerinde ev içinde de süren şiddet de gıda egemenliği kapsamında bir mücadele alanı olarak ifade buluyor ki bu da üçüncü bir hat olarak düşünülebilir.

Sonuçta gıda egemenliği, gıda üreticisi kadınların, tarımsal üretimdeki yerleri görünürleştirip, bir mücadele alanı olarak kurmayı hedeflediği için önemli bir yer tutuyor.