Uzakları yakın eden dostum, Polente Burnu’nda kadehlerimizi birlikte kaldırdığımızda eylül sonuydu...

Uzakları yakın eden dostum,

Polente Burnu’nda kadehlerimizi birlikte kaldırdığımızda eylül sonuydu değil mi? Upuzun bir gecenin ardından daha güneş doğmamışken yollara vermiştik kendimizi. Sonra günlerimizi geçirdiğimiz Bozcaada’ya varmıştık hani. Bir kamp alanında geceyi geçirip yağmurlu bir ada gününe uyanmıştık. Sonra gidenlerin ardından uzun uzun sohbet ettiğimiz anları hatırlıyorum. Gidenlerin, nasıl da huzursuz, kırılgan ve yaşamı sorgulayan, özlem duyan bir sen yarattığını hatırlıyorum. Hayatı farklı yaşamaya karar vermiş, en uzaklara bakıp sakinlik arayan sendin, yanılıyor muyum? Ama bugün kalan olduğunu unutup, geride birçoklarını bırakıp uzaklara giden sen oldun. Ne zalim bir zorunluluktur, ne yaman bir döngüdür bu böyle! Hangisi zor acaba, geride kalmak mı, yoksa giden olmak mı? Karanlığın en geç “gittiği” yerden, güneşin en erken “geldiği” yere selam olsun öyleyse…

•••

Bu hafta yolculuklar yaptım, oyunlar izledim. Giden de oldum, kalan da. Ölümü, öldürülüşü, karanlıktan gözümün seçemediği rayları, tek tük yanan yol lambalarını anlatacağım sana…

“Bana bir önyargı verin, dünyayı yerinden oynatayım” diye başlıyor ‘Kırmızı Pazartesi’. Nobel ödüllü Kolombiyalı Gabriel García Márquez’in 1981 yılında yazdığı oyun, Kolombiya’da işlenen gerçek bir cinayeti anlatan aynı adlı kitaptan Macit Koper’in uyarlaması ile ülkemizde ilk kez gösterime girdi. Bir anlatıcı eşliğinde ilerleyen ‘Kırmızı Pazartesi’ dekor değişimiyle, oyuncuların izleyicilerin arasında dolaşmasıyla olumlu bir elektrik yaydı etrafa. Müzikler oyunla bütünleşmiş, oyuncular oldukça gerçekçi, sahne ve ışıklar ise hiç yormadı, hatta oturduğum yerden oyunun içine çekti aldı beni. Her koltuğa bırakılmış “Dikkat et Santiago Nasar, seni öldürecekler” notu ile de hem oyunun katılımcısı oldum, hem de cinayeti önceden bilip de söylemeyen sorumlularından biri. Bu notu ilk okuduğumda izleyicilerin bir bölümünde de olduğu gibi “Hrant’ın katledilmesine bir gönderme mi acaba” hissi bende de uyandı doğrusu. Biz bu oyunun sonunu biliyorduk ve sadece izledik. Cinayet göz göre göre önümüzde oldu ve biz sesimizi çıkartamadık.

•••

Sana daha önce de bahsetmiştim Ankara’ya gideceğimden, hatırlarsın. İşte cuma günü oldukça soğuk bir havada tren garına vardım. Haydarpaşa Garı’nda bavullarıyla bir köşede bekleyenleri, banklara serilip uyuyanları, ayrılamayan sevgilileri, gitmek için can atanları, umuda yolculuk edenleri ve az da olsa kavuşanları gördüm. Taş bina öyle heybetli ve fiyakalı ki, geride kalan yalnızlar için kucak açan bir mabet adeta. Sanki etrafta kimsesi olmayanlar vardı garda. Sadece gidenleri gözlemeye gelmiş boşluğa el sallayan kimsesizlerdi onlar. Soğuk, gece, zifir karanlık ve giden olmanın tarifsiz duyguları birleşmişti besbelli. Yolculuk öncesi demlenenler ile yoldan gelip yorgunluk çorbası içenler de Gar Lokantası’nda karşılaşıyordu. Haydarpaşa Garı’nda o gece her şey vardı anlayacağın.

Birkaç parça eşyamı tıktığım çantam ile trene bindim. Trende tanıdıklarla karşılaştım. Sonra karanlıktan seçemediğim yollara boş boş bakarak rakımı yudumladım. Uykusuz geçen yorucu bir yolculuğun ardından kasvetli Ankara’daydım işte. Kızılay’dan Tunalı Hilmi’ye içimdeki huzursuzluğumla yürüdüm. Trende yetmemiş olacak ki belki öğlen rakısı içebileceğim bir meyhane bulurum diye arandım durdum. Hayır, bulamadım kafama göre bir yer. İnsanların or’dan oraya koşuşturduğu bir caddede yol kenarındaki bir bankın üzerine usulca oturup bağdaş kurdum. “Haklıymışsın” diyerek çantamdan bir Ahmet Telli kitabı çıkartıp ‘Ankara’ şiirini kendi kendime bir kez daha okudum…

“…Ama artık meyhaneler kalmadı Ankara"da

Belki bundandı Cemal Süreya"nın Kızılay"da

Huzursuz bir zürafa gibi dolaşması…”