Gazeteci Filiz Yavuz, baskılar ve iktidarın özgürlüğü kısıtlayıcı politikalarından dolayı gittiği İspanya’dan ‘insanlarla yan yana durabilmek için’ tekrar ülkeye döndü. Tüm bu deneyimlerini ise yeni çıkan ‘Göçmek Ne Garip Şey Anne!’ kitabında topladı

Gidenle kalanı dayanışma  ve umut buluşturmalı

AYCAN KARADAĞ

Gazeteci Filiz Yavuz’un ikinci kitabı ‘Göçmek Ne Garip Şey Anne!’, Can Yayınları’nın çatısı altındaki Mundi Kitap’tan çıktı. Yavuz içten bir dille yazdığı kitapta, İspanya’ya neden göç ettiğini, karşılaştıklarını, Türkiye’ye dönüşünü, deneyimleri ve izlenimleri üzerinden bazen komik bazen hüzünlü anekdotlarla aktarıyor. Yavuz’la yeni kitabını konuştuk.

►2016’dan beri yaşadığın İspanya’dan geçen sene döndün. Kitabın sonunda sözü edilen, herkesin sorduğu o sorulardan başlayalım: “Sen deli misin? Herkes kaçmaya çalışırken neden döndün?”

Kim akıllı ki! Toplu bir delirme hali zaten yaşadığımız. Kalmak delilik, gitmek delilik, gitmişken dönmek delilik… Ben döndüm, çünkü aklım hep Türkiye’deydi. Hangi gazeteci arkadaşımın evi basıldı, kime yeni bir dava açıldı, bir yerde bomba patladı mı… Binlerce kilometre uzaktan sürekli bunları takip ediyordum. Ama elim kolum bağlıydı ve hiçbir şey yapamıyordum. Ben de en azından insanlarla kendimce yan yana durabilmek için döndüm.

►Peki, neden gitmiştin?

Biraz nefes almaya ihtiyacım vardı. İstanbul’un kentsel problemleri gündelik hayatı çok zorlaştırmıştı artık. Öte yandan adım adım yeni bir rejim inşa ediliyordu. Ve bu inşa sırasında iktidarın uyguladığı politikalar bütünü, kullandığı nefret dili, hukuk sisteminin alt üst edilmesi, ifade ve basın özgürlüğüne kelepçe takılması… Ama gitmek için ilk adımı Ankara Katliamı’ndan hemen sonra attım örgütlü kötülük karşısında hissettiğim derin çaresizlik haliyle aklıma yıllardır elimde sürünen doktora tezim geldi. Birkaç yere araştırma bursu için başvurdum. Madrid’deki bir üniversite için olumlu yanıt geldi.

►‘Göç etmek son derece meşakkatli bir iş’ dedin. Hiç mi iyi tarafı yok göç etmenin?

Göç etmek bu yaşına kadar kurduğun ilişkilerden, alışkanlıklarından, bilmem kaç yılını geçirdiğin mekânlardan vazgeçmek demek aslında. Kuzenin düğün törenine katılamamak, cenazelere yetişememek. Öte yandan kültürüne ve sistemine aşina olmadığın, olsan da içselleştirmediğin bir yerde yeni arkadaşlar edinmeye, yeni bir yaşam kurmaya, yeni bir ‘sen’ yaratmaya çabalamak demek. Üstelik tüm bunları başka bir dilde ve ‘yabancı’ kimliğiyle yapmak demek.

►Kitap son olarak kalanlardan da söz ediyor…

Evet, ama hemen belirteyim; gidenler ve kalanlar diye iki farklı tarafın olduğunu düşünmüyorum. Bence gidenlerle kalanlar aynı tarafta. Karşı tarafta ise gideni gitmeye, kalanı kalmaya zorlayan koşullar ve o koşulların müsebbibi bir güç odağı var. Giden de kalan da mağdur elbette lakin gidenle kalanı mağduriyetten ziyade umudun ve dayanışmanın ortak paydada buluşturması gerektiğine inanıyorum ben. O yüzden sürekli diyorum ki; asıl ferahlık tebdili mekânda değil, bulunulan ülkeden bağımsız olarak dayanışmada.