New Left Review dergisinin Mart-Nisan 2009 sayısında, David Harvey’in çağımızın önde gelen sosyal bilimcilerinden Giovanni...

New Left Review dergisinin Mart-Nisan 2009 sayısında, David Harvey’in çağımızın önde gelen sosyal bilimcilerinden Giovanni Arrighi’yle yaptığı uzun bir söyleşi yayımlandı. Harvey’in de katkılarıyla söyleşi, hem Arrighi’nin görüşlerine, hem de günümüzün pek çok önemli  sorununa ışık tutacak bir doğrultuda gelişiyor. Bazı öğelerini bu köşenin okurlarıyla paylaşmak istedim.
 Arrighi, söyleşiye,  1937’de Milano’da doğduğunu, Bocconi Üniversitesi’nde iktisat eğitimi gördüğünü ve asistanlığa başladığını anlatarak başlıyor. Kısa zamanda fark ediyor ki, iktisat bölümünde öğrendiği “neoklasik iktisadın şık genel denge modelleri üretimin ve bölüşümün kavranmasında hiçbir işe yaramamaktadır.”
Ancak, Arrighi’nin burjuva iktisadından kesin kopuşu, 1963’te Rodezya (bugünkü adıyla Zimbabwe) Üniversitesi’nin iktisat bölümüne öğretim üyesi olarak atanmasıyla başlar. O tarihlerde, ırkçı beyaz azınlığın yönetiminde olan Rodezya’daki gözlemleri ona gösteriyor ki, “neoklasik gelenek Afrika’nın gerçekleri hakkında hiçbir şey söylememektedir” ve “neoklasik iktisattan karşılaştırmalı-tarihsel sosyolojiye ulaşan uzun yolculuğa” orada başlayacaktır.
Bu yolculuğun başlangıç noktasında Arrighi, doğrudan doğruya Marksist okula ait temel bir sorunsalın içine giriyor: Üretim biçimleri çözümlemesi… Rodezya ortamında bu, sömürgeci kapitalizmin sermaye birikimi gereksinimleriyle Afrikalı köylülüğünün eklemlenmesi sorunsalı olarak ortaya çıkıyor. Arrighi, söyleşide, bu incelemenin sonuçlarını “proleterleşme kısmî kaldığı süre içinde Afrika köylüleri kendi geçimlik tüketimlerinin bir bölümünü bizzat ürettikleri için sermaye birikimine ek bir destek sağlamaktaydılar; köylülerin tam proleterleşmesi ise sermaye birikimi için çelişkiler yaratacaktı” ifadeleriyle özetliyor.
Bu çözümleme doğrultusu, Arrighi İtalya’ya döndükten sonra, Güney İtalya’lı göçmen işçilerin Kuzey kapitalizmiyle eklemlenme biçimlerini inceleyen bir araştırmayla sürdürüldü. Arrighi, araştırma sonuçlarını daha genel bir çerçeveye oturtarak şunları söylüyor: “Kapitalist gelişme tam proleterleşmeye dayanmak zorunda değildir. Mülksüzleşmenin gerçekleşmediği yörelerden de göç veriliyor; tarımda tam proleterleşmenin olduğu bazı yörelerde ise, emekçilerin göçmelerine imkân verecek ekonomik güçleri yoktur.”
Arrighi 1979’da İtalya’dan Amerika’ya geçer. “Dünya sistemi” yaklaşımlı çalışmaların odak noktasını oluşturan Binghamton’daki Braudel Merkezi’ne katılır. Arrighi’nin o tarihten sonraki katkılarının Braudel Merkezi’nin kurucusu Wallerstein’e paralel düştüğü düşünülebilir. Örneğin Türkçeye de çevrilmiş olan Uzun Yirminci Yüzyıl (İmge Yayınları) başlıklı kitabında Arrighi’nin Afrika’da ve İtalya’da geliştirdiği sınıf karşıtlıklarının vurgulandığı sermaye birikimi-üretim biçimi çözümlemelerinin yansımaları arka plandadır.
Buna karşılık Arrighi, söyleşisinde, Braudel, hem de Wallerstein ile ayrılıklarını da vurguluyor: “Braudel, piyasalar ve kapitalizm üzerinde  olağanüstü zenginlikte bir bilgi kaynağıdır; ama kuramsal bir çerçeveden yoksundur… Wallerstein ise üretim ilişkilerini merkez-çevre konumlarına göre belirler.” Bu, Wallerstein’in, aslında, üretim ilişkileri kavramını kullanmamakta olduğunu gösterir. Zira, Arrighi’ye göre, aynı dünya sisteminin çevresinde yer alan ülkelerde, “tarihsel olarak Merkez’de gözlenmiş olan üç farklı gelişimin [paralelleri] gözlenmektedir. Birincisi Lenin’in tam proleterleşme ve latifundia’ya dayalı Junker modeli; diğeri, yine Lenin’in piyasayla bütünleşmiş küçük-orta çiftliklerden oluşan Amerikan modelidir. Lenin’de yer almayan üçüncü yol ise, uzaklara göç edenlerin memleketlerine tekrar yatırım yapmaları sonunda küçük çifçiliğin pekişmesi modelidir.” Metropol-çevre ilişkilerinin tam/eksik  proleterleşme dereceleriyle ve işgücü rezervlerinin göreli büyüklüklerinde gözlenen değişmeler açısından (yani Marksist perspektifle) incelenmesinin önemine Arrighi söyleşide sık sık dönmektedir.
David Harvey yine de Uzun Yirminci Yüzyıl’da emek-sermaye  ilişkisinin niçin yer almadığını soruyor. Arrighi, emek-sermaye ilişkilerine kitabının son bölümünde yer vermeyi planladığını söylüyor. Fakat, finansallaşmayı incelerken ulaştığı bulgular “dengeleri bozdu ve esas olarak, 14. Yüzyıldan bu yana kapitalizmin tarihsel gelişimi içinde finans kapitalin rolü hakkında bir kitap ortaya çıktı.”
Uzun Yirminci Yüzyıl, “devletler-arası sistemin dinamiklerini, hegemonya kavramı aracılığıyla” incelemektedir. Ulaşılan önemli bir sonuca göre, hegemonik ülkede kapitalizmin  finansallaşması, hegemonyanın da sonuna gelindiğini göstermektedir. 1994’te, yani yeni finansallaşma furyası derinleşmeden yayımlanan Uzun Yirminci Yüzyıl, kapitalist sistem üzerindeki Amerikan hegemonyasının son bulmakta olduğunu erkenden ileri sürmekteydi. On beş yıl sonra yapılan söyleşide, ABD finans sisteminin çöküntüye uğraması ve Irak fiyaskosu, Amerikan hegemonyasının  defterini artık dürmüştür.
Arrighi’nin son kitabı olan Adam Smith Pekin’de (Türkçesi Yordam Yayınevi) Çin odaklıdır. Söyleşide, hem bu kitap, hem de ABD hegemonyası sonrasındaki “dünyanın olası hali” tartışılırken Çin sık sık gündeme gelmektedir. Arrighi, “bugünkü Çin belki kapitalisttir; belki de değil…1990’lı yıllarda işçiler-arası rekabeti sermayenin çıkarı için kamçıladılar. Şimdiki  yönetim; Devrimin ve Mao döneminin geleneğini dikkate almaktadır; ama bu değişimin ardındaki ana etken, Çin işçi ve köylülerinin dünyanın başka hiçbir yerinde gözlenmeyen bir direnme-ayaklanma geleneğine sahip olmasıdır. Yönetim, esas olarak bundan ürkmektedir” diyor. Ve daha da önemlisi, Çin’in hem dünya sisteminin yeni (ve ekonomik ağırlıklı) bir güç merkezi, hem de toplumsal gerilimlerin odaklaştığı bir başka merkez olabileceğini belirtiyor. “Çin’in bağımlı sınıflarının ayaklanmaları yeni bir refah devletine yol açarsa, önümüzdeki 20-30 yıl içinde uluslararası ilişkilerin biçinlemmesi de etkilenecektir.”
Bu, bir anlamda, belli ölçülerde sosyalizme dönüşü gerçekleştiren; ancak, yeni bir hegemonik güç olarak da tarih sahnesine çıkmakta olan Çin’in ağırlık taşıdığı bir dünyanın öngörüsü müdür? Belki…
Bu söyleşiden izlenimler, günümüzün bu dev sosyal bilimcisinin katkılarının sadece küçük bir bölümüne değiniyor. Daha iyisi, doğrudan doğruya bu yazıda sözü geçen kitaplarının okunmasıdır.