Her şey uçuşuyor rüzgârla... Balkonlara asılı çamaşırlar, çöplerdeki naylon poşetler, kâğıtlar, açık pencerelerdeki tül perdeler… Güneşin önünü kapatıp açan bulutlar, şehri de önüne katmış gibi ışık oyunlarıyla…

Sokak aralarında dolaşırken sürekli düşme tehlikesi yaşıyorum, ayarım bozulmuş ülke gibi, dengede ve bütün hissetmek zor. Ama zaten alışkınım uçuşmaya… Rüzgâr şiddetini artırınca, bir tatlıcıya atıyorum kendimi. Küçük, sevimli bir yer, çiçekli masa örtüleri, güler yüzlü bir sahibi var; yuvarlak gözlükleri burnunda, saçları ağarmış bir kadın...

Senin dün gece söylediklerini düşünüyorum defterime yazarken, “Anlamıyorum seni, nasıl olup da bu kadar umutlu olabilirsin? Bu kadar yenilgiden sonra…” Sana Rollo May’in yazdıklarından bahsetmiştim. Çoğu insan, bunca dev sorunların, politik ve sosyal hareketlerin karşısında kendisini önemsiz ve değersiz hissediyor, ne yapacağını, nasıl davranacağını bilemiyor.

“Suratımıza yediğimiz her totaliter rejim tokadında kendimizi daha da küçük ve etkisiz hissettik” diyordu “Kendini Arayan İnsan” kitabında. “İnsana olan inancın yıkılışı” diye tanımlıyordu Rollo May, totalitarizmin yükselişini. İnsanların benliklerine duydukları sevgiyi ve saygıyı kaybetmelerinden daha tehlikeli bir şey yok. Bize düşen de totalitarizme ve bizi özümüzden uzaklaştıran her şeye karşı koymak ve onurumuzu yeniden kazanmak.
Bana kızmıştın, “Ama nasıl? Ne yaparak?” diye. Daha somut bir öneri istiyordun, bir reçete. Ne yapıyorsak onu daha iyi yaparak, dünyadan ve gerçeklikten uzaklaşmadan, kendimize duyduğumuz sevgiyi ve saygıyı güçlendirerek, ona göre yaşayarak. Bak bu bir direniş, varolmayı seçmek... İnsana olan inancını yitiren biri, kendine olan inancını da yitirir ve baştan mücadeleyi kaybeder. İçimizdeki güç kaynaklarını keşfederek toplum içinde birlikteliği oluşturacak değerler sistemini yeni baştan oluşturmak…

Beni hayalcilikle suçlamıştın, güzel bir suçlama… Aslında sen de öyle düşünüyordun, yenilgi ve acılardan yorulmuştun sadece. Önümüzdeki sıradan bir seçim değildi. Parti taraftarı olmak ya da bir dünya görüşüne sahip olmak, önemini yitiriyordu bu tek adam rejimi dayatmasında. Hem biz seçimlerin, temsilî demokrasinin bir oyun olduğuna inanıyorduk, ama bu çok renklilik, çok seslilik kazanırsa… Soma’da, iş cinayetlerinde, katliamlarda ölenleri düşünmüştük, onlarla birlikte kaybolan gülüşleri, uyanışları, umutları…

Rollo May, toplumun kahramanlara değil, ayakları üzerinde durabilen güçlü insanlara ihtiyacı olduğunu söyleyerek bir balıkçı örneği veriyordu kitabında: “Norveç’te eğer bir balıkçı avlanmaktayken teknesinin bir girdaba doğru sürüklendiğini fark ederse, teknenin burun kısmından girdabın ortasına bir kürek atmaya çalışırmış. Şayet küreği doğru bir biçimde atmayı başarırsa girdap durulurmuş ve balıkçı böylece o bölgeden rahatça geçebilirmiş.” Hayır, girdabın ortasına atılan bir kürek...

Defterime gömülmüş yazarken, dükkânın sahibi olduğunu tahmin ettiğim kadın, önüme kurabiye dolu bir tabak bırakıp gülümseyerek “Yağmur rüzgârı bu” diyor. Bir süre sonra yağmur başlıyor, öyle böyle değil, sokak kısa sürede dereye dönüşüyor. “Yağmuru bildiğiniz gibi seçim sonuçlarını da bilebilir misiniz?” diye soruyorum kadına, şakayla karışık. “Nerden bileyim, hem yağmur yağacağını da televizyondan duymuştum” diyor gülerek.

Sonra düşünceli bir biçimde, “İki taraf da farklı şeylerden korkuyor. Seçimin sonucu bu korkuları sona erdirmeyecek” diyor. Siyasi tarihimiz, korkuların da tarihi aynı zamanda, çözümlenmeyen, uzlaşılmayan, aydınlatılmayan korkuların… Kabuk bağlamamış yaralardan sızan… Ernst Bloch da Rollo May gibi, umudun korkusuz, korkunun umutsuz olamayacağını yazmıştı. Kalemimi, Norveçli o balıkçının küreği gibi hayal ederek yazmaya devam ediyorum, yağmurun sesi düşüncelerimi ferahlatıyor…