Çeşitli yerlerde izlemiş olmama karşın, Hakkı Baba karakterini yorumlamışım ya, Gişe Memuru’nu bir kez de TV’de izleyeyim diyorum, birkaç ay önce.  İzlemez olaydım!… Ve üstüne üstlük yeniden gösterilmez mi geçenlerde ATV’de. Bakmadım bu kez. Çünkü hiç de kendisi olmayan bir önceki gösterimi vardı aynı kanalda.Ondan söz edeceğim. Gişe Memuru, ödüller kazandı. Çeşitli festivallere katıldı, katılıyor. Azımsanmayacak sayıda izleyicinin beğenisini kazanması da en önemlisi…                                                            
 
2000’de oynadığım insan hakları ihlallerini, işkenceleri ele alan Ölüm Uykudaydı’da oyunculuğumun etkisiyle sanırım, sıra dışı bir dikkat çekişim(!) olmuştu. Oyun kimi engellenmiş, kimi yasaklanmış ve bana tam 13 dava açılmıştı. Hani diyeceğim kıyımlara alışığım. Ne ki bu anlatacağım da çok canımı yaktı, buna alışamayacağım. 

Genelde “prova yapma, çalışma hastası” olarak nitelendirilmemi yalancı çıkarmayarak, hep hazırlıklı gitmişimdir sete. Oynadığım karakter baba Hakkı’ysa hakkını vermeliyim… Serkan Ercan’la sahnelerimiz var. Hele biri… Yönetmen Tolga Karaçelik gerginlikten dişini kırmış, iki gündür de uyuyamamış, bu çekeceğimiz 2,5-3 dakikalık yere saplantılı biçimde takıldığı için. Tüm gün buna ayrılmış bulunuyor Balat’taki sette. Oysa korkuları boşa çıkıyor; daha ilk çekimde Tolga’nın yüzünde güller açıyor. Ama yine de çekilip duruyor… Bu sahnede, kopmuş ilişkilerde iki yana savrulmuş oturuyoruz baba-oğul; yalnızca üç beş sözcükle yabancılaşmanın doruğundayız, aramızda uzayıp giden uçurum gibi o boşlukta, iki uçta. Bu sahnenin unutulmaz bir anısı da şu: Filme emek veren herkes, işlerini gündelik olağan sesle sürdürürken, sahne yeniden ve yeniden çekilirken, aralarda, küçük seslere ve de giderek fısıltılara dönüşüyor konuşmalar. Sonuçta, artık kimse kimseyle konuşmadan, bir şey sormadan, sessizce sürüyor set. Aynı sahne, ama öylesi yetkin, öylesi inanılmaz bir duyarlıkta ki bunun yeniden yaşanması adına da yinelenip duruyor sanki sahne… Durum tüyler ürpertici; nasıl bir yoğunlaşma ki bu; orada ne yapıyoruz; şu karşıdan bize doğru bakan alıcı(kamera) neden duruyor orada; bu bir film ve biz bir çekimde miyiz; oyuncuyuz da, oynuyor muyuz; ne demek oluyor oynamak; nedir bu; nerdeyiz biz? Ancak duyumsadığım; inanç, sevgi, paylaşım birlikteliğinde bir mabetteyiz hepimiz… Ama birden yok oluyor, mabet falan kalmıyor ortada; çünkü, ayarlayamamışlar, ikimizin de yarı yüzü görünmüyor ekranda. Köşelerden o sessizce geçen ancıklarda neler oluyor; o yarısı kesilmiş-yitik yüzlerden okunamıyor. Gel de çıldırma. Büyük bir şaşkınlık ve de kızgınlıkla filmi izleyedururken hele bir ikincisi ki e yani pes, bu da tam bir ölümcül darbe! Çünkü bir diğer önemli sahne; değil yarım yamalak, tümden yok!  Bu kesip attıkları sahne otomobilin içinde geçiyordu. Serkan, gişede önüne gelen araçlardan biletlerini-ödemelerini alırken birden sürücü koltuğundaki başka birisini, babası gibi görür bilinçaltında. Ve Hakkı baba, ona kendisine bakan kızla evlenmesini, onunla sevişmesini söylemektedir ha bire, çıldırtasıya.  Bu birleşme istemini de, gidip gelmelerle vermeliyim direksiyona tutunarak. Çalışacağım evde. Araba koltuğuna daha bir benzer koltuğum var. Oturuyorum onun üstüne bütün gün. O eylemsellikle tartımımı, ayrıntıları saptamaya çalışıyorum araştıra dura. Bir üç beş on beş derken sallantılara dayanamaz da kırılmaz mı! Gitti mi bizim koltuk ve de filmde yoktuk! Ey ATV, o sahne için onca çalıştım, koltuğum gitti ve siz o bölümü göstermediniz…

Sizle cinsellik, filmde karelerdeki yorumlanışı ve anlatılmak istenen üzerine hiç tartışmayacak, yaklaşımınızın boyutları üzerine görüş sunmayacak, sanatsal bir yapıta, bu filme vurduğunuz makasın ne mene bir makas olduğunu sorgulamayacak, yalnızca bir birey olarak, şu kırılan koltuğumun şirketiniz yanınca ödenmesini rica edeceğim. Evet, davacıyım sizden. Tazminat istiyorum! 1 TL. rica ediyorum. Bozdurup bozdurup harcayacağım. Duyuyor musunuz, ey kıyıcılar sansürcüler!