Bundan kırk beş yıl evveli, sıradağların içinde bir saklı köy olan Birmu’da, uzun boylu, yakışıklı, Mursa adında bir genç yaşarmış, on altısında yokmuş, xanesinde toprak az, çocuk çok, ağaç, hayvan tek-tük, geçim derdi büyük olunca, Mursa kalkmış, otobüsle geceli gündüzlü şehr-i Estembol’a, oradan demir kuşa atlamış, ta Alamanya’ya gitmiş. Eski ve tarihi bir kentte, yurt bulmuş, temizlik işine girmiş, elinde kocaman süpürge, başında mavi şapka, üstünde bol işçi kıyafetiyle sokakları silip süpürmeye başlamış. Süpürürken her yanı, aniden bir adam karşısına çıkmış, konuşmuş, yolcu nereden gelirsin, nereye gidersin, kartvizitini de vermiş. Mevsimler geçmiş, adam aramış, bahçeli evinde, jilet takım elbiseli adamların, şık giyimli kadınların doldurduğu bir parti varmış, Mursa’yı da beklermiş. Mursa traşlı, takım elbiseli, tertemiz, kolunda memleketli karısı, partiye gitmiş. Gecenin ilerleyen saatinde, adam kadehini kaldırmış, yüksek sesle, bu gecenin konuğu, başka bir ülkeden, tam dört dağın içinden çıkıp gelen Mursa’dır, onu size tanıtmaktan şeref duyarım, demiş. Mursa şaşırmış, utanmış, kızarmış, sesi titremiş, yutkunmuş, saygılı bir sesle, sizin gibi yüksek insanların yanında, bizim gibi insanların kabulü, ne büyük şey, deyivermiş. Adam, nayn nayn Mursa, onlar meslek, biz arkadaşız, demiş. Kendi köyünden üç bin kilometre ötede, Berlin’deki o müzik bahçeli evde Mursa, büyük bir eşitlik dersi almış. Adam, Mursa’nın çöpçü olarak çalıştığı Berlin belediyesinin başkanıymış.

Üç yüz elli yılında, toz, toprak, kir-pas içinde, yırtık-pırtık çaputlarla çevrili, aç-susuz, bilaç insanlar, ağır ağır, dinlene dinlene, yurdunu değiştire değiştire, dövüşe savaşa, barışa uzlaşa, en sonunda Avrupa’ya gelmişler. Ağacın altında, mağaranın içinde, vadinin dibinde, kazada, şehirde, kalede, cenkte ve uyumda, en altta ve en üstte, tam dört yüz elli sene, bu eski zaman yolculuğu sürmüş. Tozlu kafileler, yanında ağır yük hayvanlarıyla, Got, Vandal, Frank, Cermen, Arap, Türk, Macar, Viking değil, insanmış. Kavimler sel halinde önüne kattıkları diğer kavimlerle, birbirine karışmış kan, ter ve gözyaşıyla, Avrupa’yı istila etmiş, İtalyan, Alman ve Franklar, yüz yıl sürecek kanlı bir kaos, şatolarına sıkışmış zavallı derebeyler, topraklarını çevirmiş asiller, otoriteleri artmış kiliseyle papalık, ayaklar baş, tüm âlem tersyüz olmuş, bildiğin Avrupa doğmuş. Bin yıldan da sonra, Berlin’in o nazik belediye başkanı, çok uzak geçmişinde kim bilir Hun muymuş, Got mu, Cermen mi, yoksa hepsi mi.



Abdülfettah Jandali bir Arapmış, Birmulu Mursa gibi adsız biriymiş. Suriye’de doğmuş, belki kariyer hırsından, belki mecburiyetten, belki gençlik hayallerinden, kalkmış bir gün Şam’dan, düşmüş upuzun yollara, gitmiş, durmadan, hiç dinlenmeden gitmiş, güneş altında, ay dibinde, en sonunda okyanusu geçmiş, başka bir kıtaya, Amerika’ya varmış. Jandali, Amerika’da okumuş, doktora da yapmış, lokanta açmış, Las Vegas’ta kumarhane de çevirmiş, doğuştan yetenek abidesiymiş, en sonunda bir büyük fabrikaya, tam dört yüz elli işçinin ter döktüğü Reno’ya, Mursa gibi işçi de değil, genel müdür olmuş. Jandali, Suriye’den kalkıp, binlerce yıll evvel giden kavimler gibi düşmeseydi yollara, ne hiçbir zaman aramadığı Steve Jobs adlı bir oğlu, ne de bir kaç nesli birden büyüleyen apple gibi bir teknoloji devi doğarmış. Kim bilebilir ki Jobs, Hıristiyan mıdır, Müslüman mı, Amerikalı mıdır, Suriye’den mi.

Göç bir dünya sorunuymuş, insan var olduğu sürece göçmüş, bazen savaş ve yıkım korkusuyla göçertilmiş. Tek tek, topluca, köyce, kasaba ve ilçelerle, koca kentlerle göçmüş insan. Son yılların göçerleri Suriyeliler, Ege’de batmış bot, sahilde uykuda gibi yatan Aylan, bir oyuncak bebek, su üstünde bir sahte can yeleği, bir saç tokasıymış. Zulümmüş, hasretmiş, umutmuş, korkuymuş, yeni bir hayata uyanma hayaliymiş hepsinde. Yollara düşüp, denizde boğulmadan, çeteye soyulmadan, kıyıda donmadan, tren altında ezilmeden, Avrupa’ya varanlardan kendini metro içinde patlatanı da, yetenekli piyanisti de, sosyal bilimcisi de, güzellik simgesi de, gangsteri de, edebiyatçısı da, göçmenler içinden çıkacakmış. Büyük sarsıntılar çünkü, büyük insanlar yaratırmış.

Mursa gibi, Erdinç Sezgin de yokluktan, çocukken, ailesinin eteğinde kalkmış, Mersin’e, sonra Alamanya’ya eğitime gitmiş, en sonunda Oxford’a kabul edilmiş. Köyde okul yokmuş, öğretmen de, teknik de, dört dağlı şehirdeki doksanlardaki zulüm devri, onu almış katmış önüne sürüklemiş, ta Oxford’ta bilimsel keşifler yapan, elli Türk’ten biri haline getirmiş. Bir zamanlar bu ülkede, Oxford vardı da, biz mi okumadık, diyen cahilliğe övgücüler varmış. Ama Erdinç gibi, köy okulu bile kapalıyken, Oxford’un kapısına çalanlar da varmış. Göç ve zulüm varmış ama inat ve motivasyon da, azim ve başarı varmış ne mutlu ki göğsümüzü kabartan bir gurur da.