‘Yarım Kalan Bazı Aşklar’ romanıyla tanıdığımız Ece Karaağaç, ‘Kökler ve Kanatlar’ adını verdiği ikinci romanında yakın tarihe bir göndermeyle kanayan yaralardan mülteci sorunu ve aile kavramını irdeliyor.

Göç yolunda kadın ve çocuğun adı yok

Damla KARAKUŞ

Yeni kitabıyla okuyucularıyla buluşan Ece Karaağaç ile aile, kan bağı, sevgi, mülteci sorunu ve elbette kadınlar ile çocukları konu aldığımız kısa, tadımlık bir söyleşi gerçekleştirdik. Bu çarpıcı hikâyenin tanıklarından olmak isteyeceksiniz.

Ece, kendinden ve yaptığın işlerden söz eder misin?

2014’te SabitFikir’le başlayan serüvenim birçok farklı mecra için yazdığım yazılar ve yaptığım röportajlarla devam etti. Onun üzerinde kitap çevirdim. Çeviri yapmayı çok seviyorum, çünkü bana iyi bir yazı pratiği gibi geliyor. 2017’de ilk romanım ‘Yarım Kalan Bazı Aşklar’, Alakarga Yayınları’ndan çıktı. Son dört yıldır da ikinci romanım ‘Kökler ve Kanatlar’ vardı masamda. Hikâyenin kökü 2015’e kadar gitse de yazmaya ancak 2018’de başlayabildim. Yazımı iki buçuk yıl kadar sürdü. Holden Yayınları etiketiyle de okura ulaştı. Pandemi, yeniden yazımlar, yayıncı görüşmeleri derken bugüne kadar geldik. Hayatımın son altı ayında da kendime dair bir göç hikâyesi mevcut; yeni hayatıma alışmaya çalışıyorum.

Her iki romanın da ana konusu aile. Nedir bu kurumla meselen?

Aile hepimizin meselesi değil mi? İtiraf etmem gerekirse kan bağına inanmıyorum; bir çeşit mahkûmiyet gibi. Kan bağıyla bağlı olduğumuz kişileri çok sevebiliriz, onlarla bir aile olabiliriz ama bunun sağlayıcısı bu bağ değil. Her insan ailesini sevgi, saygı ve anlayışla kendi inşa etmeli. Romanlarımda içine doğulan ve inşa edilen ailelere yer vermeyi bu yüzden seviyorum. İçine doğduğunuz aile aynı zamanda seçtiğiniz aileyse ne mutlu. Ama kan bağı sevginin garantisi değil, sevgi her an yeniden inşa edilmesi gereken bir şey; tıpkı Ayfer ile Afra’nın arasında olduğu gibi.

Romanın nasıl gidiyor? Nasıl hissettiriyor?

Haziran ayının ilk haftası raflara çıktı ama hikâye çok uzun süredir benimle. 2015’teki Ankara Gar patlamasının vahşetini televizyonda canlı canlı izlerken bir anda zihnimde belirmişti hikâyenin bütün hatları. Etrafa saçılan bedenler, ölüsü karaya vuran Aylan Kurdi’nin o akıldan çıkmayan görüntüsü, bir balıkçı tarafından sulardan çıkarılan adını bilmediğimiz bir başka bebek... Bütün o görüntüler sanırım zihnimde birbirine kaynadı ve ortaya ‘Kökler ve Kanatlar’ çıktı. Şimdiye dek çok olumlu ve destekleyici yorumlar aldım. Bu hikâyeyi tamama erdirip okurla buluşturabildiğim için çok mutluyum, çünkü yıllar evvel kendi içimde bir söz vermiştim, hikâyemin hiç konuşmayan küçük kızı Afra’ya; onun anlatamadığı hikâyesini ben anlatacaktım.

Afra’yı nasıl tanımlarsın?

Afra benim için göç yolculuğuna sürüklenen, hiçbir şeyin farkında olmayan ve olayların akışına hiçbir dahli olmayan bütün o göçmen çocukların bir simgesiydi. Çünkü kimi yakınlarıyla, kimiyse yapayalnız oradan oraya sürüklenen bu güzel çocukların sesini kimse işitmiyor gibi geliyor bana. Onların sesine kulak verebildiğim için mutluyum.

Çocuğunu bir deniz kazasında kaybeden anne ile zorunlu göç yolunda hayatlarını kaybeden çocuklar arasında kurduğun bağ, bu günlerde çokça tartışılan mülteci meselesine de farklı boyutlardan baktığın hissini veriyor...

Türkiye’yi bugünkü noktaya getirenin yürütülen yanlış göç politikaları olduğunu düşünüyorum. Farkındaysanız mültecilerin konu olduğu haberlerde hep erkekler var; çoğu genç erkekler. Sormadan edemiyorum, kadınlar ve çocuklar nerede? Genç mülteci erkeklerin karıştığı ve günlük hayatı terörize eden durumların haberleştirilmesini anlıyorum, ama göç yolunda sırra kadem basan on sekiz bin küçük çocuktan, her an şiddetin ve istismarın mağduru olan göçmen kadınlardan neden bahsedilmediğini anlayamıyorum. Onlara ne oldu?

Romanda çocuğun kaybıyla sorgulanan annelik rolü evliliği bitiriyor. Yazdıklarından uzaklaşabildiğinde bu konuda ne düşünüyorsun?

Annelik sorunlu bir mesele; adeta bir spektrum. Gerçekte anne olmayı arzulamayanlardan başlayıp henüz buna hazır olmayanlar üzerinden anneliği bir varoluş sebebi haline getirenlere dek uzanıyor. Çocuk dünyaya getirmekle kimseye harika annelik becerileri, sonsuz bir evlat sevgisi yüklenmiyor. Annelik; öğrenilmesi, her gün tekrar tekrar pratik edilmesi gereken bir şey. Tıpkı babalık gibi. Bir evladın kaybı evlilik açısından çok yıkıcı olabilir, çünkü kişiler varlıklarını annelik ya da babalık üzerinden anlamlandırdıklarında bu, anlamın da kaybı manasına geliyor. Ayfer’in başına gelen de bu.

Kâbus ortamından zorunlu yolculuğa, günümüzden umutlu geleceğe giden bir yol hikâyesi diye okudum kitabını. Sen yazarı olmasan nasıl okurdun?

Bir iyileşme romanı olarak okurdum sanırım. Bazı yaraların yavaş yavaş kabuk tutmasının hikâyesi bu.

Başka türlü bir son ister miydin?

Ben değil ama eminim Ayfer bu hikâyenin başka türlü bitmesini isterdi. Ama yine de onun istediği gibi olmazdı hiçbir şey. Romanın bittiği yerden sonra Afra’ya neler oldu bilmiyorum; başına iyi şeyler gelmesini umuyorum. Ama Ayfer’in yaşamaya değer bir yaşam sürebilmesi için bu hikâyenin böyle bitmesi gerekiyordu.