Gök gürlüyor, sabaha karşı iri yağmur taneleri de dökülmeye başladı. “Seçim sonuçları gibi bir yağmur” diyor balıkçılardan biri, “nefes aldırıyor biraz...” Ciğerimiz yana yana Gezi’de soluduğumuz havayı düşünüyorum ben de... Soluduğumuz o hava, özgüven depolamış, her şeye karşı duyarlılığı artırmıştı. O günlerde her şey gibi aşk da başkaydı, sıradanlığın içinde eriyip kaybolmadığından, toplumu karşısına almak zorunda kalmadığından, insanlar acıtıcı yalnızlığa boyun eğmek zorunda kalmadığından belki. Öyle bir kıstırılmışlık içinde yaşıyoruz ki, neredeyse haset etmeden yaşadığını hissedemeyen bir yığının içinde debelenmek, hayatı yorucu bir şeye dönüştürüyor ister istemez.

Yaşamak için bir yandan dünyaya uyum göstermeye çalışıp bir yandan da geleceği dönüştürmek için hayaller kurmak arasındaki çelişki yüzünden, nefes almak uzamı genişletmiyor, ciğerleri dolduruyor sadece. Vaneigem’in yazdığı gibi, bu çelişkiden kurtulmak isteyenlere iki seçenek bırakılıyor: “Ya pata-psişik dinsel parti ve mezheplerin lazımlık iskemlesi ya da Umour ile birlikte derhal ölüm.” Koalisyon tartışmaları, lazımlık beğenme meselesine dönüştü bile, ortada onca işlenmiş ağır insanlık suçu varken... Katillerin hesap vermeksizin ecelleriyle ölüp gitmesine alışmanın, bu tuhaf uzlaşma havasına bir katkısı var elbette. Aman saçılmasın şimdi ortalığa pislikler, kaçmasın huzurumuz, böyle yaşayıp gidiyoruz işte, dünyaya uyum sağlayarak... Bir şeyler devam etsin yeter. Ama kadın cinayetleri, iş cinayetleri de devam ediyor, her şeyle uyum içinde.

Her tür ahlaksızlığı yapıp ahlak abidesi gibi dolanan politikacıların, vicdan sıkıntısı duymayışlarındaki “uyum”un korkunçluğunu, Walter Benjamin, “Tek Yön” adlı kitabında pek güzel anlatır. “Bir insan geleneksel olana karşı ne kadar düşmanca bir tavır alıyorsa” özel hayatında da kendisine o kadar büyük bir acımasızlıkla yaklaşır diyor Benjamin ve tutucu politikacıların da geleneklerle uyumunun göstermelik olduğunun altını çiziyor: “Oysa kendini zümresinin ya da halkının en eski gelenekleriyle uyum içinde gören adam, özel hayatında ara sıra inadına, kamu hayatında hoşgörü göstermeksizin savunduğu ilkelere ters davranır ve en ufak bir vicdan sıkıntısı duymadan, bu davranışını gizliden gizliye, kendi savunduğu ilkelerin sarsılmaz yetkesine en tutarlı bir örnek olarak över. Böylece ayrılır birbirinden anarşist-sosyalist ve tutucu politikacı tipleri.”

Benjamin’in “kalemini ilhama karşı duyarsız kıl, o zaman mıknatıs gücüyle çekecektir kendisine ilhamı” dediği gibi, ne zaman kendimi umursamaz ya da umutsuz hissetsem, birden hayatın beni kendisine çektiğine, başıma güzel dertler açtığına tanık oluyorum. Bloch, “İzler”de yazmıştı: “Çünkü alışmışlık, medeni hayatın tüm hücrelerine nüfuz etmiştir ve bu hayata da sadece bu sayede katlanılabilir. Oysa durumdan tamamen ümit kesildiğinde, yani hayat tekdüzeleşmekten de öte mahvedici bir hal aldığında, çok daha güçlü ve bizzat kendimizden doğan bir panzehir oluşur.” Yaşanan çelişkiler ve umutsuzluk, belki de panzehirini azar azar oluşturuyordur hayatın içinde. Kafka’ya göre hayat, nasıl başkaları için temsil ettiği şeylerden farklıysa; Milena’nın dediği gibi para, borsa, döviz, yazı makinesi, yani kısaca her şey Kafka için mistik şeylerse ve kendisini öfkelendiren, tiksindiren şeyleri yabancı gözlerle inceleyip onların karşısında kahkaha atabiliyorsa, panzehiri oluşturacak şey de, bize sunulanın dışından hayata bakabilmek olsa gerek. Yani hayatı bir plan haline getiren her şeye karşı çıkarak, edebiyatı ve hayatı, yalnızlığın, suçluluğun, mahrem mutsuzlukların dışına sürükleyecek göçebe akımların izini sürerek...