“Gübrenin, mazotun, kısacası bilcümle tarımsal girdilerin hızına yetişilmez fiyatı, tarlaları boş bırakıp satmaya yöneltiyor çiftçiyi. Yanlış politikalar yüzünden çiftçi ‘can çekişiyor”. “Biz önce 100 kişi geliyorduk” diyor Hasan. “Sonra 80, 60, 50’ye düştük. Şimdi 30, 40 kişi kaldık” diye ekliyor. Abdurrahman ise “Böyle giderse tarım biter. Ne bir cereyan ne bir su var” diyor.

Göçebe Bir Hayat I Tarımın en alttakileri: Mevsimlik işçiler
Fotoğraflar: Hasan Eren Çalışkan

“Böyle giderse tarım biter. Yemin edersem, böyle giderse soğan ekse adam, kimse sökmez, kimse gelmez. Ne bir şey var, ne ceryan var, ne su var!”

İsimleri Abdurrahman, Ahmet, Hasan, Ömer, Cemal… Aralarında Ayşeler, Fatmalar, Emineler, Cemileler de var… Bu röportajda olmasalar da, tarlaların içinde eğilip doğrulurken, Ankara’nın ayazının etinizi ısırdığı sabahın 5.30’unda yavaş yavaş çadırlardan çıkıp çalı çırpıyla ateş yakarken görüyorsunuz onları. “Kadınlar fotoğraf çekmenizi istemiyor, konuşmak istemiyor” diyor, kızları ve karısıyla Diyarbakır’dan kalkıp bu bozkırın ortasına soğan sökmeye gelmiş “mevsimlik tarım işçisi.”

Ankara’nın 60-80 km kadar batısında, köylerin etrafında, düzlüklerde ve tepelerde daha önce Afgan çobanlar peşinde dolaşırken de aynı cümleleri duymuştum: “Afgan çobanlar giderse, hayvancılık biter!”

Toprakla, tarımla, hayvancılıkla uğraşan kiminle konuşsanız aynı yakınmaları dinliyorsunuz. Gübrenin, mazotun, yemin, ilacın, kısacası bilcümle tarımsal girdilerin hızına yetişilemez fiyatı süt hayvanlarını, koyunları kesime, tarlaları boş bırakıp satmaya yöneltiyor çiftçiyi, köylüyü. Şu pandemi yılları, tarlanıza soğan patates ekmenin Mars’a gitmekten ya da uçak motorları yapmaktan çok daha yaşamsal olduğunu gösterse de, politikasızlık ya da bile isteye sürdürülen “yanlış” politikalar yüzünden tarım can çekişiyor.

TAM BİR GÖÇEBE HAYATI

Mevsimlik tarım işçileri… Kimileri ilden ile üründen ürüne dolaşarak tam bir göçebe hayatı yaşıyorlar. “Çingenler var ya, çingenler” diyor Hasan, “Onlar gibi işte!”. Kimileri sürekli aynı yerden kalkıp aynı yere gidiyorlar. Senenin aşağı yukarı 8 ayı evlerinden ve köylerinden uzakta, kışın en ağır 4 ayını karınlarının doyup ısındıkları bir evde geçirmek için kendilerine ait olmayan tarlalarda çalışıyorlar.

Şanlıurfa, Mardin, Şırnak, Diyarbakır… 9-10 köy sahibi toprak ağalarının ve topraksız köylülerin yaşadığı yöreleri memleketin… Buralardan kalkan mevsimlik tarım işçilerini Türkiye’nin dört bir yanında görmek mümkün.

Girdi fiyatlarının artması, tarihin en yüksek girdi maliyetleriyle üretim yapmak zorunda kalmak, her geçen gün daha ağır bir borç yükü altına girerek üretmek, Türkiye’nin her yerinde çiftçileri tarımdan koparıyor. Tarım alanları ve tarımda istihdam daralıyor.

100 KİŞİ GELİYORDUK, 30-40’A DÜŞTÜK

Hasan 19 yıldır Diyarbakır’dan mevsimlik tarım işçilerini toplayıp Ankara’nın köylerine getiren “çavuş”lardan biri. Onlara “dayıbaşı” ya da “elçi” de deniyor. Çalışılacak tarlaları o buluyor, buralarda çalışacak mevsimlik tarım işçilerini o topluyor ve getiriyor. Yolda ve kaldıkları yerlerde çıkacak sorunları “çözüyor”. İşçi ile tarla sahibi arasında bir yerde duruyor. Bu “organizasyon”dan dolayı işçilerin ücretinin yüzde 10’unu alıyorlar. Bu da bir sömürü belki, ama çavuşlar olmadan bugünkü mevsimlik tarım işçiliğini düşünmek imkansız. Çavuşlarla işçiler arasındaki ilişkiler de çavuştan çavuşa değişiyor. Hasan’ın babası da bu işi yapıyormuş. İşçilerle daha yakın bir ilişkisi olduğu hissediliyor.

“Biz önce 100 kişi geliyorduk” diyor Hasan. “Sonra 80, 60, 50’ye düştük. Şimdi 30-40 kişi kaldık” diye ekliyor. Bu tarımdaki gerilemenin, ekili alanlardaki daralmanın, maliyetlerin artmasıyla kazancı kalmayan çiftçinin üretimden çekilmesinin, bir de mevsimlik tarım işçilerinin gittikleri yerlerdeki konaklama koşullarının dayanılmazlığının sonucu.

Diyarbakır Lice’den gelmiş Abdurrahman’a; “Böyle giderse tarım biter. Yemin edersem, böyle giderse soğan ekse adam kimse sökmez, kimse gelmez. Ne bir şey var, ne ceryan var, ne su var!” dedirten aynı şey.

Ankara’nın köylerine soğan için gelmişler. Çapa falan yaparken yevmiye 175 lira alıyorlar. Bir iki ay yevmiye ile çalışıyorlar. Sonra, soğanda çuval ölçüsü devreye giriyor. Soğanı sök, kes, çuvala koy, çuval ağızlarını dik… Dört gün sürüyor soğanın çuvala girmesi. 7 çuval için bir yevmiye, 175 lira alıyorlar. Onun yüzde 10’u da çavuşa. Bu sene bir çuval ücreti 18 lira civarında olacak… Kazançları asgari ücretten düşük.

gocebe-bir-hayat-i-tarimin-en-alttakileri-mevsimlik-isciler-1064011-1.

ELEKTRİKSİZ, SUSUZ, TUVALETSİZ ÇADIR HAYATI

Kaldıkları çadırlar çavuşa zimmetli. Eski derme çatma kendi çadırları yerine vermiş devlet. Ancak bunların sökülüp kurulması, beraberlerinde taşınması bir dert. Birkaç yıl önce bu çadırların kurulduğu yerde su varmış, kurumuş. Susuzluk artık köylerin de en büyük derdi.

Çadırların olduğu yere geldiğimde saat sabahın 5.30’unu biraz geçmiş. Birer ikişer çadırlardan çıkanlar oluyor. Kadınlar bir köşede ateş yakıyor. Saat 7’de tarlara dağılmadan önce bir şeyler yenecek. Bu insanlar aylarca burada yiyor içiyor, uyuyor ve yaşamak denirse burada yaşıyor. Tozun toprağın içinde eşelenen tavukların, cikcikleyip duran civcivlerin bir şikayeti yok belki, ama insanlar için dayanılır koşullar değil.

“Artık bu sistemi bitireceğiz. Artık gelmeyeceğiz, bizden bu kadar.”, diyor Hasan “Böyle bir sistem olabilir mi? Eskiden daha iyiydi, hiç olmasa daha iyiydi. Şimdi bu çadırları verdiler bana zimmetlediler. Olmasa daha iyiydi. Sök tak, sök tak. Ateşi, çalıyı çırpıyı etraftan topluyoruz. Bahçelerden toplayıp yakıyoruz. Eskiden köyün suyu çoktu, şebeke çekiyorduk. Şimdi köyün suyu da azaldı. Buradaki su kurudu. 2004’ten beri biz buraya geliyoruz. Avrupa’da olsa 5 senede oturma izni almıştım. 19 senedir buradayım daha su alamadım. Bunları anlatsam boş, yazsan boş. Şu direklere bak. 8 tane direk diktik. Sözde elektriği, suyu, banyosu, tuvaleti olacaktı. Etrafı tellerle çevrilmeli, çocuk parkı olmalı, böyle çadırkentler olmalı kaldığımız yerler. Ama bak nasıl! Geçen sene elektrik için 8 direk diktik, 4 tane kalmış. Elektrik yok, su yok. Banyo tuvalet diye bir konteyner getirip attılar ama su yok, ne yapacaksın? Nohut var diş yok!”

Banyo tuvalet diye konulan konteynerin önünde su bidonları yığılmış. Bir de traktörle su getirdikleri tanker. Ne etrafta ne çadırlarda elektrik var. Çadırlara birileri çarpılır diye elektrik verilmiyormuş! O çadırlar ne soğukta ne sıcakta durulacak gibi değil.

10 KM ÖTEDE TELEFON ŞARJI, TARLALARDA ÇAVUŞ

Dayıların “Çıkar bakalım cebindeki telefonu!” dedikleri telefonlar evlerinden yüzlerce kilometre uzaktaki mevsimlik tarım işçilerinin her şeyi. Elektrik bu telefonlara da lazım. Bazen 10 km gidip bir köy camisinde, ya da köy kahvesinde şarj ediyorlar telefonlarını!

Adana’dan Konya’ya, Mersin’den Ordu’ya, İzmir’e, Malatya’ya, Sakarya’ya, Kütahya’ya, Bursa’ya kadar Türkiye’nin dört bir köşesinde tarlalar, bahçeler, seralar onların emeğiyle yeşeriyor. Yerfıstığı, soğan, sarımsak, kayısı, karpuz, şeker pancarı, patates, çilek, biber, nohut, patates, fasulye, ayçiçeği, domates, elma, üzüm, kavun, karpuz ve fındık onların emeğiyle önümüze geliyor. Pamuk onların elleriyle çapalanıp, toplanıyor. Onlar televizyonun ve radyonun bile lüks olduğu çadırlarda geceleyip güneşin ilk ışıkları ile tarlalara dağılıyorlar. Bazen kavurucu sıcakta 12 saat çalışıyor, bir tarlayı bitirip bir başkasına, bir şehri bitirip bir diğerine yetişerek ayakta kalmaya uğraşıyorlar.

Ömer 66 yaşında. Kendini bildi bileli o şehir senin bu şehir benim, o tarla senin bu tarla benim dolaşıyor. Ailesiyle birlikte. Bu sene de Urfa Hilvan’daki köyünden nisanda çıkmış. 5 kişilik ailesiyle. Gezici tarım işçisi! İlk Ceyhan’daymışlar, sonra Adana, Reyhanlı. Ankara’ya da Malatya’dan gelmişler. Kayısı hasadından. Yevmiye de her yerde aynı değil, değişiyormuş. “Adana’da 90 milyondu” diyor. Siz onu 90 lira anlayın. “Burası biraz iyi oldu, 125 oldu. Burada 7 soğan torbası bir yevmiye. Dayıbaşı var. Biz dayıbaşı diyoruz. Elçi, çavuş. O da alıyor, bize 117 lira kalıyor.”

İleride bir tarla gösterip orayı bir çavuşla tarla sahibinin ortak ektiğini söylüyor. Böyle olunca, işçi ne kadar az alırsa kazancı o kadar fazla. Adana’daki tarlalara götüren çavuş, dördüncü aydaki çalışmaları için on birinci aya çek vermiş. Dördüncü ayın yevmiyesini on birinci ayda alacak!

BARUTU BOL ÇAY

Ankara’nın bozkırında, bir hiçliğin ortasında, sabahın ayazında derme çatma bir çadırın önünde çay içerken rastlıyoruz Ömer’e. Çaya buyur ediyor. Sabah namaza kalktıktan sonra ateşe koyduğu demlikten tertemiz yıkadığı bardaklarımıza çay doldururken nasıl içtiğimizi soruyor. Onun içtiği gibi içmemiz mümkün değil çünkü. Sırf dem, zift gibi kara! “Bu çay bizim yerli çaydır, abi.” Kaçak çay diye anlıyorum. “Ben böyle barutu bol içerim. Böyle içiyorum ki çabuk öleyim.”, diyor. Barutu bol çayın yanında, tabakasını çıkarıp Adıyaman tütünü sararken.

Önünde çay içtiğimiz çadıra çadır demek zor. Etrafta başka hiçbir şey de yok. Uzakta otlayan koyunların dört iri köpeği bize doğru geliyor. İyi ki onlar var. Tilkiyi, kurdu yanaştırmıyorlar.

“Su yok, tuvalet yok, banyo yok. Hiçbir şey yok! Vallahi çadırda bu gece yatamadık. Soğuktu. Daha hala şimdi soğuk, sonra da olacak. Daha soğuyunca bir yorgan daha atarız. Bak kaç tane çocuk var, içeride, soğuktan çıkamıyorlar. Anası babası tarlaya gitmiş, çocuklar içeride.

Gelmişiz buraya yevmiyemizi çıkartamıyoruz. Akşama kadar çalışıyoruz yevmiyemizi çıkartamıyoruz. Hiç et met bulamıyoruz, yemiyoruz. Burada çalışıyoruz, ne ceryan, ne elektrik, ne su. Tuvalet yok, banyo yok. Yav, biz geziyoruz işte.”

Doğru düzgün konaklama yerleri olmamasını biraz da gezmelerine bağlıyor Ömer. “Devlet de haklıdır bir yerde dursak belki çözim olur.”, diyor.

Köylerinden kalkıp bir yere giderken mazot parası, yol parası işverene ait. Dönerken onlara. “Buradan eve giderken 5-6 milyon paramız gidiyor”, diyor.

Memleketin şehirlerinde duyulan Suriyeli şikayeti bu tarlalarda da yankılanıyor: “Bizim işimizi Suriyeliler berbat etti. İş yok, hep onlar yapıyor. Suriyeli bizi mahvetti. Suriyeli, Afganlı… Biz vatandaş değil miyiz?”

1.5 GÜNE 1 ÇUVAL UNDAN 4 GÜNE 1 ÇUVAL UNA

Kendi koşullarından yakınıyorlar ama onları çalıştıran çiftçinin durumunun da farkındalar. “Her sene daha kötüye gitti. Tarım nereye gidiyor? Eğer gübre bu kadar pahalıysa, mazot bu kadar pahalıysa, yem de bu kadar pahalıysa bu Türkiye’de tarım hiçbir yere varamaz. Bu olan da kaybolur. Köyde birini tanıyorum, kaç tane ineği vardı satmış. Besleyemiyor. Peki bizim kazancımız ne hale geldi? Buna hiç kazanç demeyelim. Bu aç kalmamak için. Alım gücü daha da düştü. Zor geçiniyor adam. Bırak artırmayı, para biriktirmeyi, zor doyuyor.”

Hasan giriyor söze: “Geçen sene benim yevmiyem 100 milyondu. (100 TL) Unun çuvalı 150 milyondu. Ben 1.5 gün çalışıyordum, 1 çuval un alıyordum. Burada bizim yediğimiz de o. Et değil ki. Şimdi 170 milyon yevmiyem, bir çuval un 525 milyon. Geçen sene 1.5 güne 1 çuval un alıyordum, bu sene 1 çuval un için 4 gün çalışmam lazım. O un da bana bir hafta sürmez. 7-8 kişiye 1 hafta sürmez.”

Mevsimlik tarım işçilerini “tarımın en alttakileri” diye tanımlarken abartıyor muyum, bilmem. Ama onlar kendilerini kıyaslarken daha altta bir grup bulamıyorlar. “Bizimkinden zor bir hayat yok. Bizden kötüsü belki Somali’deki açlar. Başka kimse yok.”

DEVAMI YARIN