Ütopyaları anlatan kitaplar, yazılar, tasarılar hep verili koşullarla düşünmeye alışmış beyinlerin işiydi. Malzeme; kum, kireç, tuğla, kiremit, harç hep geçmişten gelirdi; beynimizin içindeki geçmişten.

Göçebenin hüzünlü, çaresiz, umut dolu şarkısı
Fotoğraf: Unsplash

Nereden geliyor nereye gidiyoruz? Doğu’dan Güney’den, Batı’ya Kuzey’e gidiyoruz. Yoksulluktan, savaşlardan baskı ve zulümden kurtulmak için çıktık yola; varabilirsek eğer bizi ne bekliyor bilmesek de yoldayız, yollardayız.

Yorgun kanatlarımızla denize doğru uçuyoruz. Daha çok var denize. Uzaklardan, çok uzaklardan duyduğumuz çatırtı, koca bir buzulun ana kitleden kopmasının sesidir. Denizin sesi hırçın. Denizin sesi öfkeli. Üstünden uçup gittiğimiz topraklar bir yangın yerine benziyor. İmar edildiği söylenen bu toprakların güzelleştiğini anlatanların sesleri kulaklarımızı kirletiyor. Yalan, iş görmenin, politikanın tek yöntemidir artık. Gözümüzün içine bakarak söylenenler ruhumuzu öyle yordu ki. Zorla çırptığımız yorgun kanatlarımızla ne olursa olsun denize doğru uçuyoruz biz.

Ülkemizin ufkundaki kara bulutların dağılıp gideceğine olan inancımız gittikçe zayıfladı. Müzik sustu. Tuhaf, kulaklarımızın alışık olmadığı bir yalelli her yerde. Zaman zaman konduğumuz, her nasılsa yeşil kalmış ağaçların cılız dallarından, paranın her şeyi, ama her şeyi satın alan gücünden duyduğumuz ürküntüyle, yangın yerine dönmuş ülkemize bakıyor, gözlerimizi kapatıyoruz.

Sonra yeniden uçmaya başlıyoruz. Durmak olmaz. Artık uçan hiçbir şeye tahammülleri kalmamış hoyrat avcıların kurşunları sağımızdan solumuzdan geçip giderken, ülkemizi karanlığa terk etmenin hüznü çöküyor üstümüze. Nereye gidiyoruz? Yaşlı delikanlılarımızı gözaltından hastanelere taşıyoruz. Sesimizi iyice kısmak için petrol zenginleri, paragözler, uzun maşlahları kefiyeleriyle, koca uçaklar dolusu canlı “eşyaları”, cansız koltuklarıyla geldikleri limanlarda şatafatlı törenlerle karşılanıyorlar.

İçimizdeki insan ölürse

Sokaklar kapatılmış, saçları esirgenmiş kardeşlerimizin yakında uçup gidecek gururlu aldanmışlığıyla doldu. Otobüslerde “zamanın aldatılmış ruhunun kararttığı yüzleriyle bizim insanlarımız, ülkelerini büyük bir gürültüyle gelen felaketten korumak isteyenlere kötücül bakışlar fırlatıyorlar. Nereye gidiyorsunuz bizi bırakıp der gibiler, Aslında bir yere gittiğimiz yok. Dönüp duruyoruz ülkemizin üstünde. Aşağıda sömürü alabildiğine sürerken, topraklar yağmalanır, denizler doldurulurken nereye gideceğiz?

Her yerde çağımızın belalı imparatorluğunun zorbalığı egemen oldu. Zorbalığa gitsek, o “çağdaş gökdelende, belki de bir lüksün içinde yorgun kanatlarımızı büzüştürüp “Ah işte uygarlık bu!” diyebilir, düşmüş pek çok kardeşimiz gibi kendimizi avutabilir, paranın imparatorluğuna teslim olabilir, bireyci ruhumuzu tatmin edebiliriz. Ama bu yalnızca içimizdeki insanın ölümü olur. Çünkü küremizi tümüyle sarmış habis bir hastalık gibidir bu emperyal bela. Burnumuzun dibinde yüz binlerce insanı katletti. Savaşlarla beslenen, kırımlarla büyüyen bir kötülüktür. Onun için büyük, uzun bir çığlıkla insanlara dünyanın halini, insanların halini, ülkemizin halini, yalanı dolanı, üstümüze çöken karanlığı, sisi anlatmak zorundayız.

Uçurumun kıyısında

Yorgunuz. Geniş ama tükenmiş kanatlarımızla bir an önce denize ulaşmak istiyoruz. Ama yok öyle bir deniz. Koca bir buzul biraz önce koptu kütlesinden. Hava alabildiğine kirlendi. Vahşi Batı’nın ırkçı kovboyu burnumuzun dibinde o petrol kokulu tuhaf yalelliyi çalıyor. “Budur size göre olan, bize uyan, stratejimize, taktiğimize, daha bilmem neyimize denk düşen” diye hırlıyor. Toprağa bakıyoruz. Sonra gökyüzüne. Sonra vurgun yemiş yüreklerimizi canlandırmak için derin bir nefes alıyoruz. “Daha…” diyorsak ondandır. Çünkü insanlık artık uçurumun kıyısında. Hep söylüyorum hep yineliyorum; ya biz bir çıkış yolu bulacak, yolu tıkayan kayayı söküp atacağız ya da doğa bizi tarihin içinden, tarihle birlikte söküp atacak. Umutlar hepten tükenir gibi olduğu için, uzak kentlerden yüreğimdeki ağırlıkla, gözlerimde balkıyan ışıkla, yani o gölgeli hüzünle bakıp duruyorum sana. Seni yeniden kurmalı, seni yeniden yazmalı, seni yeniden tanımlamalı diye bir ses yükseliyor içimden. “Bitti” diyorlar; artık başka bir şey yokmuş, ne varsa hepsi bu kadarmış; sonu gelmiş neyin sonuysa. Biter mi hiç, tükenir mi umut.

Ütopyaları anlatan kitaplar, yazılar, tasarılar hep verili koşullarla düşünmeye alışmış beyinlerin işiydi. Malzeme; kum, kireç, tuğla, kiremit, harç hep geçmişten gelirdi; beynimizin içindeki geçmişten. Öyle olmayan, öyle olmadığını şaşarak gördüğümüz, yaşadığımız ilk ciddi ütopyamız sosyalizmdi bizim. Yaparken öğreniyor, yaparken kuruyor, yanılıyor, yeniden kuruyorduk.

Sonra rüzgâra verdik onu.

Peki, uçup gitti mi rüzgârla? Şiir biterse, hikâye biterse, kelime biterse, heceyle harf biterse, işte o zaman ne seninle ne de kendimizle işimiz kalır sevgili ütopya. O zaman kendimizi sonsuz siyah bir karanlığa bırakacak, sana o karanlıktan el sallayacağız sevgilim, Umudu tüketmedik, ama pek de iyi değil durumumuz.

Çünkü şimdi liberal bile olmayan bir entel kuşağı, yazıya çiziye egemen olma hevesindedir. Gazete köşelerinde çizdikleri cumhuriyet cumhuriyete benzemiyor. Demokratik haklar onlar için yalnızca bireyin daracık dünyasının ulaşılması guç, ekonomisi yalan, sanal olanaklarıyla sınırlıdır. İşaretlere, sembollere, harflere önem vermez görünür, onları bize özgürlük diye yuttururken ihanet ettiklerinin ülke olduğunu biliyor, ama umursamıyorlar. Gerçekten de hiçbir şey umurlarında değildir.

Bakıyoruz; üstümüzden alıcı bir kuş geçiyor onlara dokunmadan. Bakıyoruz; uçağa binsek bir saatte ulaşabileceğimiz uzaklıkta, çocukları, daha hayal etmeyi öğrenememiş delikanlıları, sevmeye doyamamış kadınları, erkekleri öldüren bombalar patlıyor. Bakıyoruz; şiirler, filmler, şarkılar, kahkahalar, sinik bir ustalık şeytanın gör dediği köşeden bakıyor bize.

Bilgiyi, yeni dünyanın köşesinde kendine bir yer bulmaya kurban etmiş aptal entel içimizde, üstümüzde, ihanetin sayfalarında dolanıp duruyor. Bütün söyledikleri üç beş kelimelik ihanet bildirisinden ibarettir: “Hepiniz ‘özgürsünüz’, istediğinizi yapabilirsiniz; ama sakın çizgiden çıkmayın. Piyasayı esas alın, borsayı gözleyin, süperlere biat edin, dünyamızın keyfini bozmayın.”

***

Anlattıkları gerçek, yaşadığımız karanlık budur.

Peki, çare yok mu? Yoksulu uydurma makro hesaplara kurban etmekten başka çözüm bulunamaz mı? Çare karalamalara, sinsi düzenlere, tank sesiyle uyanıp, cumhuriyetin sesiyle kendine gelemeyenlere aldırmadan, yeniyi hayal etmeye devam etmektir. Önce hayal etmek gerekir: Harfi, heceyi, kelimeyi, cümleyi yeniden kurmak gerekir. Kelime eğer anlaşılmışsa, cümle yerli yerindeyse, şaşkınlık uçup gitmişse, insan ayaktaysa, yani isyan halindeyse insan, ütopya mutlaka gerçekleşir. Neoliberalizmin “mutlak” zaferinin sahte kalesinde pişmanlıklarını, itiraflarını yazanlar arasından utananlar çıkar mı? Çıkar. Zaman geçer, su akar, yüzlerde hafif bir kırmızılık belirir... Seviniriz. Umutla bakarız eski dostlarımızın yüzüne. Seviniriz, entel bir ihanetin yoksul gölgesi yeniden üstümüze düşene kadar...

Yeni yılınız kutlu olsun dünyanın hüzünlü, ışığını yitirmeyen öfkeli göçebeleri, her şeye karşın umudumuzu yitirmeyelim; öyle ya da böyle gelecek bizimdir çünkü…