İnsanlığın koranavirüs pandemisiyle mücadelesinin öncü bilim insanları Prof. Dr. Özlem Türeci ve Prof. Dr. Uğur Şahin, iki gün önce yine Almanya’nın gündemine geldiler.

Virüsün yeni varyantlarıyla ilgili çalışmalardaki son gelişmeler ya da kendilerine verilen yeni bir ödül nedeniyle değil. Bu kez onları manşetlere geliştirip ürettikleri aşının şirketleri BioNTech’e getirdiği ticari başarısı taşınmıştı. Buna göre 2021 yılında dünyanın 165 ülkesine satılan toplam 2,9 milyar doz aşı şirkete 10,3 milyar euro kazanç getirmiş. Bu rakam bir yıl önce 15,2 milyon euroydu. 2021 yılı toplam cirosu 19 milyar euroya yaklaşan BioNTech’in ödediği ve ödeyeceği vergilerle şirketin bulunduğu Mainz kentinin bu yılın sonunda tüm borçlarından kurtulacağına dair haberler de daha önce yayınlanmıştı.
Türeci ve Şahin’in Türkiye’den 60’lı yıllarda göç etmiş ailelerin çocukları olması birkaç yıldır Almanya’daki göç ve entegrasyon tartışmalarını büyük ölçüde etkiliyor. Türeci ve Şahin’in bilimsel ve ticari başarılarıyla gündeme gelmesinden sonra, göçe, göçmenlere ve özellikle de Türkiye kökenlilere bakış daha dengeli boyutlar aldı. Göçün toplumsal ve ekonomik gelişmeye katkısı olduğu, topluma entegre olmuş göçmenlerin ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel yaşamdaki olumlu rolleri biraz daha görülür hale geldi.


Türkiye’den Almanya’ya işgücü göçünün 60’ncı yılındayız. Başlangıçta her iki ülke yönetimi de, göçenler de bunun geriye dönüşü olmayan bir göç süreci olduğunun farkında değildi. 60 yıllık göç süreci hem Almanya, hem de göçmenler açısından ciddi sorunları, krizleri içeriyor. Bir yandan hem toplumsal yaşamdaki, hem de çalışma sürecindeki ayrımcılık, yabancı düşmanlığı ve ırkçılık, diğer yandan kültürel ve dinsel farklılardan kaynaklanan gerilimler bu 60 yılı gölgeledi. Ayrımcılık, ırkçı şiddet ve terör halen Almanya’nın en önemli toplumsal sorunlarından. Türkiye kökenli göçmenler arasında yaygınlaşan siyasal ve dinsel fanatizm de önemli bir sorun.

Ancak bütün bunlar toplumsal gerçeğin bir yanını gösteriyor. Diğer taraftan 60 yıllık göç sürecinde, önce üretim süreçlerindeki, daha sonra da toplumsal yaşamın diğer alanlarındaki varlıklarıyla Türkiye kökenli göçmenlerin artık Almanya’da kalıcı oldukları tartışılmayan bir gerçek. Kuşkusuz bu gerçeği halen tartışmalı hale getirmek isteyenler var, ancak siyasal yaşamı belirleyen büyük partilerin bu tartışmaya bulaşması artık çok zor. Uzun süre Almanya’nın bir “göç ülkesi” olduğunu içlerine sindiremeyen merkez sağ partiler de geçtiğimiz yıllarda bunu resmen kabul ettiler.

Tabii bu arada şuna da işaret etmek gerekiyor: Uzun yıllar boyunca bu konuda oldukça ılımlı bir çizgisi olan Angela Merkel’in halefi olarak Hıristiyan demokratların başına geçen sağcı politikacı Friedrich Merz önümüzdeki süreçte aşırı sağ partilere giden oyları geri kazanmak gibi gerekçelerle bu konuda popülist politikaları tercih edebilir. Geçmişte başlattığı, özellikle Türkiye kökenli göçmenleri hedef alan “öncü kültür” tartışmasıyla bunu yapmıştı. Göçmenleri Almanların “öncü kültürü”ne tabi olması gerektiğini savunarak ülkedeki entegrasyon tartışmalarını alevlendirmişti. Önümüzdeki dönemde bunu yine deneyebilir, ancak onun bu kez muhtemelen Türkiye kökenli göçmenleri değil, Ortadoğu, Afrika ve Güney Asya ülkelerinden gelen sığınmacıları hedef alması bekleniyor.

Çünkü aradan geçen sürede Türkiye kökenli göçmenler, Türeci ve Şahin’inki gibi “çok parlak” olmasa da hayatın birçok alanında ve bu ülkeye yazılan başarılar göstererek kalıcılıklarını gösterdiler. Yasama, yürütme ve yargı süreçlerinde, sosyal, siyasal, kültürel, sportif yaşamda giderek daha yetkin ve etkin konumlarda yer alıyorlar.

Birkaç örnek: Birkaç aydır ülkenin Tarım ve Gıda Bakanlığı’nın başında Türkiye’den Almanya’ya göç etmiş bir işçi ailesinin çocuğu olan Cem Özdemir yer alıyor. Almanya’nın en önemli metropollerinden Hannover’in Büyükşehir Belediye Başkanı Belit Onay da onun gibi bir göçmen çocuğu. En zengin eyaletlerden Baden Württemberg’de Maliye Bakanı olarak görev yapan Danyal Bayaz, bir süre sonra başbakan olabilir. Muhterem Aras da altı yıldır aynı eyaletin meclisinin başkanlığını yapıyor. Çok sayıda Türkiye kökenli politikacı, başta Federal Meclis olmak üzere tüm yasama organlarında yıllardır “Alman milletvekili” olarak görev yapıyor. Aralarından bakanlık, müsteşarlık yapanlar çıktı...

Sadece siyasette değil, hayatın başka alanlarında da, örneğin sendikacı, sanatçı, sporcu, bilim insanı, işveren, polis, avukat, savcı, maliye müfettişi, hekim, hastabakıcı, hemşire, öğretmen, eğitmen, gastronom vs. olarak, göç kökenli kimlikleriyle tüm toplum önünde görünür hale geliyorlarlar ve çok kültürlü, çok kimlikli yaşamın normal bir durum olarak algılanmasına katkıda bulunuyorlar.

Almanya’da bir bölümü bu ülkenin, bir bölümü Türkiye’nin, bir bölümü de her iki ülkenin vatandaşı olan üç milyon insan yaşıyor.

1961’de Türkiye’den işgücü göçü başladığında işçi ve öğrenci olarak Almanya’da yaşayan Türklerin sayısı 7-8 bin civarındaydı. İki ülke arasında imzalanan “işgücü anlaşması” uyarınca gelenlerin sayısı on yıl içinde 650 bine çıktı. İlk gelenlere “misafir işçi” (Gastarbeiter) deniliyordu. “Misafir” ve “çalıştırma” gibi kavramları biraraya getiren bu tuhaf kavram aradan geçen bunca yıl sonra hemen herkesi utandırıyor. Tuhaf ama aynı zamanda göçün ilk yıllarının sosyolojik gerçeğini de özetliyor. Çünkü hem gelenler, hem de onları çağıranlar, iş verip çalıştıranlar için “geçici” bir ilişki sözkonusuydu. “Misafir işçiler”, – ki evli ve çocuklu olmaları, ancak ailelerini Türkiye’de bırakmaları gerekiyordu – bir ya da iki yıllık sözleşmelerle geliyordu. Hem işgücü gönderen, hem de alan ülkeler açısından bir “göç” durumu sözkonusu değildi. “Misafirler” de dilini ve kültürünü bilmedikleri, alışamadıkları bu ülkede bir süre çalışıp, para biriktirip memleketlerine dönmeyi hedefliyorlardı.

Ama öyle olmadı. İşverenler sözleşmeleri uzatmaya başladı, gelenler Türkiye’deki ailelerini de getirip, yerleşik hayata geçti... Almanlar bunun bir kalıcı “göç” olduğunu anlayana kadar 10-15 yıl geçti. Resmen işçi alımını durdurdular, bir takım parasal teşviklerle gelenleri geri döndürmeye özendirmeye çalıştılar. Ancak bu çabalar sonuç vermedi. Almanya’daki Türkiye kökenlilerin nüfusu, önce “aile birleşimi” yoluyla gelenler ve “kaçak işçiler” sayesinde artışını sürdürdü. Göçün 20’nci yılında bu ülkedeki Türklerin nüfusu 1,5 milyonu aşmıştı. Türkiye’den göçü önlemek için “vize zorunluğu” getirildi ama aile birleşimi ve kaçak işçilik devam etti. 1980 askeri darbesinden sonraki siyasal sığınmacılar ve daha önemlisi doğumlarla nüfus artışı sürdü gitti...

Almanya’daki Türkiye kökenlilerin göç süreci ve yukarıda özetlemeye çalıştığımız demografik gelişimi, elbette günümüz Türkiyesi’ndeki “sığınmacılar” olgusunun analizi için bazı ipuçları içeriyor.

Ancak her iki “göç” süreci ve “göçmen” olgusu arasında çok büyük farklar var.
Ortak yönler ise çok az.

En önemlisi hepsinin bulundukları ülkede kalıcı olmaları...

Türkiye’ye gelip, yerleşik hayata geçen ya da bunu hedefleyenlerin sayısı bir kaç yıl içinde Almanya’daki Türkiye kökenlilerin 60 yılda ulaştığı nüfusun neredeyse iki katına çıkmış durumda.

Almanya’ya ilk gelen Türkiye vatandaşları, bu ülkeye çalışmak üzere çağrılmışlardı. İlk sözleşmelerini Türkiye’de imzalıyorlardı. Almanya’ya ayak bastıkları ilk günden itibaren ücretli olarak çalışmaya başlıyorlardı. Almanya’da vergi ödüyor, aldıkları ücretlerden sosyal yardım ve emeklilik sistemine katkı payları kesiliyordu. Onları çalıştırmak üzere çağıran işverenler yatıp, kalkacakları mekanları da sağlıyordu. Almanların çalışmak istemedikleri işyerlerine ve çalışma koşullarına razı oldukları için çoğunluk toplumu açısından rakip olarak da görülmüyorlardı.

Yaşanan ekonomik krizlerin neden olduğu işsizlik Almanya’yı da etkilemeye başladıktan sonra, yani 30-40 yıl sonra “sorun” olmaya başladılar. İşsiz kalınca Türkiye’ye dönmediler ve Almanya’nın sosyal yardım sisteminden hakları olan desteği almaya başladılar. Ama çoğunluk çalışıyordu. Bu arada yeni kuşaklar Almanca öğrenip, mesleki ve akademik eğitim süreçlerinden yararlanarak, üretim süreçlerinde sorumluluklar üstlenip, toplumsal hiyerarşide yukarılara tırmanmaya başladılar. Kendi işyerlerini kurarak patron oldular.

Ayrımcılık, ırkçılık ve yabancı düşmanlığına karşı ya da eşit haklar mücadelesinde yerlerini aldılar.

Sancılı süreçlerden geçilerek 60 yıl sonra bugünlere gelindi.

Onların varlığı bir “zenginlik” olarak değil ama artık bundan sonra da devam edecek bir “normal”lik olarak görülüyor.

Türkiye’deki birkaç yıl içinde sayıları 4 milyonu aşan sığınmacının durumuyla, Almanya’daki Türkiye kökenli göçmenlerin 60 yıllık öyküsünü karşılaştırmak doğru değil. Son iki aydır gelen Ukrayna kökenliler hariç Almanya’daki sığınmacılarla, Türkiye’dekilerin durumları arasında ise önemli benzerlikler var.

Hem iki ülkedeki sığınmacılar, hem de Almanya'daki göçmenler arasındaki en önemli ortak yan ise, çok büyük çoğunluğunun artık geldiği ülkeye dönmek istememesi...

Türkiye’yi gerçekten “geçici” olarak görüp, ilk fırsatta Avrupa’ya, büyük bir olasılıkla da Almanya’ya gelmeyi hedefleyenler hariç, Türkiye’ye yerleşen sığınmacıların çok büyük bir bölümünün artık kalıcı oldukları ortada.

Gelecekte aralarından ülkeye Özlem Türeci’nin, Uğur Şahin’inkine benzer parlak başarılar sağlayanlar çıkar mı bilinmez.

Ama son dönemlerdeki tartışmalar Türkiye’deki sürecin Almanya’daki 60 yıllık göç sürecinden daha sancılı olacağını gösteriyor.

AKP yönetiminin bir yandan onları “gönüllü olarak gidecekleri”ni açıklarken, diğer yandan da binlercesini Türkiye vatandaşlığa aldığına bakılırsa, önümüzdeki dönemde politik yaşamda ve devlet yönetiminde de aktif olarak yer alacaklardır elbette.