Eğer bir göç varsa bir de geride kalan vardır. Geride kalanı bırakmak, daha fazla tutmamak ya da tutamamak... Bu bir yaş da olabilir bir dost da, bir kedi de.

Göçüp giden

Büşra Küçük - Klinik Psikolog @busrakucukoo

“... müthiş bir eksiklik duygusuyla ve bütün renkleri kullanmış
olmanın verdiği bitkinlikle yaptığı resme bakıyordu.
Elinden kaçırdıklarına, dağılıp gidenlere,
dağılırken kendisini de dağıtan şeylere bakar gibi.”


Barış Bıçakçı,
Doğum Lekesi Gibi Bir Gülümseme

Yaşam bir göç hikâyesiyle başlıyor. Annenin bedeninden dışarıya. Başka bir dünyaya kafa üstü düşen zavallı insancık anne karnını yani ilk vatanını hep özlüyor, hep arıyor. Sıcaklıkla kapsanmak, sarmalanmak istiyor. Oysa dünya soğuk, dünya hep bir ‘dış’ı içinde barındırıyor. İçerinin güvenli ortamından eser yok burada. Dünyaya gelmiş olmanın kendisi başlı başına bir travma. Kendi kararı dışında gerçekleşen bir göç bu, kimse ona doğmak isteyip istemediğini sormuyor. Bazıları için hayatın büyük kısmı bilinçdışı biçimde anne bedenine geri dönme arzusuyla geçiyor. İçerideki güvenli alan yıllar boyu yası tutulabilecek kadar sonsuz.


Onu sarıp sarmalayan ılık sularla çevrili yarımadasından koptuğundan beri insan belki de hep o kaybettiği cennetini arar. ‘Okyanussal duygu’sunu [Freud, 1930]. İçinde kendini bir ve bütün hissedebileceği bir yeri, bir hissi, bir oluş halini... O ilk evini.. (Bilen, 2018). Yaşamın her geçiş evresinin ayrı bir göç olduğu düşünüldüğünde; ruhsallıkta oluşan çatlakların, kırıkların, esnemelerin hayat boyu devam ettiğini görebiliriz. Göç edilen her bir hayat periyodu geride bırakılanın yasını içeriyor.

İnsan nasıl tamlığa, bütünlüğe asla ulaşamıyorsa, hep eksikse, anne karnındaki ‘okyanus’un ilelebet dışındaysa ve bu eksik tarafından hasarlanmış bir varlıksa her yaş alışta biraz daha eksilen bir varlıktır. Önce çocukluğu kaybeder, bu anne karnının kaybından sonra en zor kabullenilebilir olandır. Öyle ki kendini güvende hissetmeye ihtiyaç duyduğunda gerileyip çocuksu tepkilerine sığınır. Başı sıkışınca annesini ya da anne yerine koyduğunu arar.

Büyümemek için orada hayata dair edindiği temel bilgilere sıkı sıkı yapışır. Karşısına çıkan insanları çocuklukta hayatına etki eden kimse (çoğunlukla ebeveynleri) ona benzeterek değerlendirir. Söz gelimi yargılayıcı bir annesi varsa yargılayan arkadaşlar, partnerler seçebilir kendine. Ve onların karşısında da tıpkı annesinin karşısında gösterdiği tepkileri gösterebilir. Rekabete girmemek için yokmuş gibi davranır, azar işitmemek için sonsuz bir uyumluluğu benimser ya da sürekli karşı çıkar, sürekli kavga eder. Tüm bunları bilinçdışı bir şekilde yapar. Geçmişten getirdiği güçlü figürler karşısındaki konumunu ilerleyen yıllarda başka başka biçimlerde tekrar eder. Neden? Çünkü çocukluk en savunmasız yıllarımızdır. Orada yetişkinlere karşı kullanmaya başladığımız savunma mekanizmaları hayat boyu bize yapışıp sırtımızda bir kambur oluşturabilir. Tehlikeli bir baba bütün erkekleri tehlikeli yapabilir, kayıtsız bir anne çocukta hayatta kalabilmek için bütün kadınların ilgisini çekmeye mecbur bir ruhsal yapı oluşturabilir.

Hayatın bir dönemine, ruhsal olarak daha iyi hissettiğimiz, fiziksel olarak daha sağlıklı olduğumuz bir zaman dilimine veda etmek, orada kaybedilenle baş etmek. Belki daha kalabalık olduğumuz zamanlardan daha yalnız zamanlara geçmek, daha verimli çağlarımızdan daha durağan günlere varmak... Eğer bir göç varsa bir de geride kalan vardır. Geride kalanı bırakmak, daha fazla tutmamak ya da tutamamak... Bu bir yaş da olabilir bir dost da, bir kedi de. Her kayıp gibi çocukluğun kaybı da hüzünlüdür, geri dönüşsüzdür. Orada yaşanmış ya da yaşanamamış olan her deneyim ruhsallıkta bir dinamiğin çatısını oluşturur. “Çocukluğumu yaşayamadım” cümlesindeki hüzün sıklıkla o yıllarda eksik kalana tutunma çabasıyla karşımıza çıkar. ‘Yaşanamayan’ çocukluğu geride bırakamadığımızda yaşanabilen yetişkinlik yıllarından mahrum kalırız. Oysa bir başka biçimde var olma ihtimalini keşfetmek... Ne zor ve ne şahane bir ‘hayatta olma’ halidir.

Yası anlamamız için gerekli üç temel şeyden söz etmek istiyorum. Birincisi her kayıp bizi kaçınılmaz bir keder içine sürükler. İkincisi, her kayıp tüm geçmiş kayıpları canlandırır. Üçüncüsü, her kayıp, eğer tam olarak yası tutulabilirse, büyüme ve yenilenme için bir araç olabilir (Volkan ve Zintl, 2008). Eğer sınırları belirgin olmayan bir yaş diliminin, bir hayat evresinin yası tutulacaksa şüphesiz başka kayıpları da canlandırarak, kedere tekrar alan açarak tutulacak. Ancak böyle olabildiğinde getirdiği tazeliği, başkalığı, yeniliği algılayacak ruhsal duyargalar çalışmaya başlayacak. Kaybın bizi ‘zenginleştirmesi’ bu olsa gerek.
Bugün bu yazının son satırlarını yaklaşık 10 gün önce kedisini kaybetmiş biri olarak yazıyorum. Yani yasın tam ortasından. Onu nasıl yalnızca bir anıya dönüştüreceğimi henüz bilmiyorum. Onunla geçen son altı buçuk yılımla nasıl vedalaşacağımı... Onun yokluğunun açtığı boşlukla nasıl barışacağımı... Yokluğun anlaşılması; yok olan yaşamın da bir parça anlaşılması demek. Tüm çabamız belki de ölen yılları, ölen yaşamı kabul etmemek üzerine. Kaybetmek diyorum, ne hakiki, ne ağır. Kaybetmek, ne ışıl ışıl bir gerçeklik; insana kendini öğretiyor.

Bir kedinin yaşamda kapladığı alan ne kadardır? Günlere, gecelere şahitlik etmiş bir kedinin evdeki varlığının anlamı nedir? Ve ansızın gidişinin? Tüm bunları düşünürken, yani bu dünyadan ‘göç eden’ kedimi, geride kalan bana, eksik yaşamayı bir kez daha öğrenmek düşüyor. O, her iyi dostun yapacağı gibi giderken iyi bir ders veriyor: Ömür dediğin eksilerek tamamlanıyor. Göç etmek ya da geride kalmak bu hakikati değiştirmiyor.

Kaynaklar
Bilen, N. K. (Ed.). (2018).
Psikanaliz ve Göç. İthaki Yayınları.
Volkan V. D., Zintl E. (1999).
Kayıptan Sonra Yaşam.
(Çev. Vahip I, Kocadere M). Odağ
Psikanaliz ve Psikoterapi Vakfı Yayınları.