“Hep denedin. Hep yenildin. Olsun. Yine dene. Yine yenil. Daha iyi yenil.” İrlandalı oyun yazarı Samuel Beckett’in sondan bir önceki eseri olan “Worstward Ho” (1983)’da geçen bu ifade, her yenilgiden sonra muhakkak anılır. Ama galiba en yanlış anlaşılan laflardan biridir bu

Godot için mükemmel bir gün

Seçimi umutla bekleyen herkes gibi, son bir hafta içinde inkâr, isyan, pazarlık, depresyon falan gibi aşamalardan oluşan yas döngüsünün içinde kim bilir kaç kez gidip geldim. Kabullenme aşamasına bir türlü geçemeden. Mary durumun farkında olduğu için pek üzerime gelmedi. “Sonuç için çok üzgünüm,” dedi sadece, “Böyle olmamalıydı.”

Üzerime çullanan umutsuzlukla baş edebilmek için seçime dair yazılanları okumakla zaman geçirdim. Belki anlamadığım bir şey vardır da okurken bulurum umuduyla her şeyi satır satır okudum. Yine hiçbir şey anlamadım. Herkes birbirine cesaret vermeye çalışıyordu. Bunların arasında yine şu alıntıyla karşılaştım: “Hep denedin. Hep yenildin. Olsun. Yine dene. Yine yenil. Daha iyi yenil.”

İrlandalı oyun yazarı Samuel Beckett’in sondan bir önceki eseri olan “Worstward Ho” (1983)’da geçen bu ifade, her yenilgiden sonra muhakkak anılır. Ama galiba en yanlış anlaşılan laflardan biridir bu. Beckett burada, yenilginin geçici olduğunu ve denemeye devam etmek gerektiğini ima etmez. Ya da genellikle sanıldığı gibi, nihai zaferden çok ona doğru yürünen yolun önemli olduğunu söylemez. Bu metinde – ve yazdığı her satırda – bunun tam tersini iddia eder aslında. Beckett’in yarattığı evrende, ne gelişmeye ne de ilerlemeye yer vardır. Onun dünyasında, ikiye bölünmüş ve birbiriyle sonsuz bir mücadele içine girmiş insanlığın, sonunda düze çıkacağına ve daha iyi bir dünya kuracağına dair bir işaret görmeyiz. Tam tersine, bütün Beckett metinleri böyle bir çabanın anlamsızlığını göstermek üzerine kuruludur.

Bunlardan en meşhuru yazarın “Godot’yu Beklerken” adlı oyunudur. İlk bakışta çok basit bir hikâyeymiş gibi görünen oyunda, bomboş bir sahnenin ortasına yerleştirilmiş tekinsiz bir ağacın altında bekleyen iki adamla karşılaşırız: Estragon ve Vladimir. Oyun tamamen bundan ibarettir. Bu iki karakter (daha sonra karşılarına çıkacak bir başka ikiliyi, Pozzo ve Lucky’yi, saymazsak), oyunun yegane malzemesidir. Onlar da bütün vakitlerini, ağacın altında hiçbir şey yapmadan pinekleyerek ve Godot’yu bekleyerek geçireceklerdir.

Beckett eleştirmenleri, bu oyunun bir soyutlama – ya da daha yerinde bir ifade kullanmak istersek – bir “kıssa” olduğunda birleşirler. Kafka gibi Beckett de, insanlığın yeryüzündeki varoluş hikâyesini bu iki karakterin sonsuz bekleyişinde temsil etmek istemiştir. O zaman bu kıssanın hissesi nedir? Bu garip hikâyeyle bize ne anlatmak ister Beckett?

Bu soruya en güzel cevaplardan birini Alman eleştirmen Günther Anders verir. Bekledikleri kişinin kim olduğu önemli değildir, der Anders. Önemli olan bekleyişin kendisidir. Beckett’in karakterleri, trajik kahramanlara benzemezler. Mesela Faust gibi, hayattan bekledikleri bir şey kalmayınca canlarına kıyacak “soylu ruhlar” değildir onlar. Anders’e göre, bu kıssayı tersinden okumamız gerekir. Yani Beckett’in karakterleri, bir şey bekledikleri için var olmaya devam etmezler. Aksine, var oldukları için beklerler. “Hala buradayız, demek ki bir şey bekliyoruz,” der Anders.

Estragon ve Vladimir, varoluşun anlamsızlığına ve eyleme geçmenin imkânsızlığına rağmen beklemeye devam ederler. Bütün Beckett karakterleri gibi onlar da daha baştan yeniktirler. Sadece var olmak talihsizliğine uğradıkları için, anlamını yitirmiş bir dünyaya çivi gibi çakılmışlardır. Oyunu izlerken bunu daha yoğun bir şekilde hissederiz. Dünyanın boşluğu, sahnenin çoraklığında cisimleşir ve neredeyse elle tutulur hale gelir. Sahnenin ortasında tek başına duran ağaç bir felaket habercisi gibi bize yersizliğimizi hatırlatır. İlerleme fikri böyle bir metnin içinde ancak bir şaka olabilir. Tarihsel zaman anlayışı tümüyle kaybolmuş, yerini gülünç tekrarlarla bozuk bir plak gibi dönen bir diyaloğa bırakmıştır. Ne var ki, bunların hiçbiri, Estragon ve Vladimir’in beklemeye devam etmesine engel olmaz.

Estragon: Gidelim.
Vladimir: Gidemeyiz.
Estragon: Neden?
Vladimir: Godot’yu bekliyoruz.
Estragon: (umutsuzca). Ah!

“Godot’yu Beklerken” umutlu bir tablo çizmez ve gelecekten bize göz kırpan daha güzel günlerin sözünü vermez. Ne var ki, birçoklarının sandığı gibi nihilist bir dünya görüşünü de savunmaz. Daha çok insanın dünya üzerindeki halini anlatır. Burada durmaya devam ettiğimiz sürece, tek çaremizin beklemek olduğunu hatırlatır bize. Bu açıdan, Sisyphus’u mutlu bir adam olarak hayal etmemiz gerektiğini söyleyen Albert Camus’den pek farkı yoktur. Yeniden ve yeniden yenilsek de, uğraşmayı sürdüreceğimizi ve bu uğraşımız beyhude bile olsa anlam arayışından vazgeçmeyeceğimizi söyler. Bu uğraş anlamlıdır demez. Beklentinin bitmeyeceğini söyler.

Beckett’in karakterleri Estragon ve Vladimir bu anlam arayışının vücuda gelmiş halleri sayılır. Birer kahraman değillerdir belki, ama inatlarında dikkate değer bir şey vardır. “Onlar birer metafizikçidir,” der Anders. İçinde bulundukları anlamsız durumda bile, anlam peşinde koşmayı bırakmamaları ve bekleyişlerini sürdürmeleri bunun işaretidir. Dolayısıyla, Beckett’in bu oyunda bize anlattığı bir umutsuzluk hikâyesi değildir. Evet, bize nihai anlamın sözünü vermez. Ya da ilerlemenin ve gelişmenin mümkün olduğunu söylemez. Ama insanlığın en umutsuz koşullarda bile umudu elden bırakmayacağını söyler. Varoluş tatsız bir şaka olabilir. Ama Beckett’in karakterleri bunun farkında değildir. Onlar bekleyişlerine devam edeceklerdir.

Geçen sabah Dublin’de yine güneşli bir güne uyandım. “Buradayım, demek ki hâlâ bekliyorum,” dedim kendi kendime. Mary sabah kahvaltısı hazırlıyordu. “Godot için mükemmel bir gün,” diye mırıldandım. “Keyfin yerine gelmiş bakıyorum,” diye cevap verdi. Beckett’i sevdiğini bildiğim için, yukarıda yazdıklarımı anlattım biraz. “Çok fazla düşünüyorsun, senin sorunun bu,” dedi. “Peki ya sence ne anlatıyor bu oyun?” diye sordum, “İrlandalıların asla zamanında gelmediğini,” diye söylendi ekmeğine tereyağı sürerken.