Ne zaman doğrulacak mezheb-i âlem sorusu da pek yerinde ve yanıtı bizde olan bir sorudur. Mezheb-i âlemin sınıflara bölündüğünü anlatmak da bize düşer artık.

Gökte yıldız ararken düşmesek kuyuya…

Osmanlı’nın çöküş olarak adlandırılan, aslında epeyce önce başlamış, farklı milliyetlerin Osmanlı’dan kopma döneminde muhalif aydınların önemli bir kesimi devlet hizmetinde bulunmuş bürokratlardır. Batı’nın aydınlanma fikirlerinden etkilenen, özellikle de üst düzey bürokratların git gelli bir hayatı vardır. Bu durum bir yandan isyancıları denetim altında tutmak için padişahların kullandığı bir tür aba sopa yöntemi, bir yandan da isyancı bürokratlardan duyulan korkunun ifadesidir. Zamanın devlet memurları, bürokratları yönetimdeki üst düzey değişikliklerden etkilenmekte, yeni gelenle gelmekte, gidenle gitmektedirler. Osmanlı’nın çöküş dönemindeki isyancı aydın bürokratların daha sonraki dönemin fikri hazırlayıcıları arasında sayılması çok da yanlış olmaz. Bürokrasi içinde aydın ve muhaliflerin yer aldığı dönem Demokrat Parti iktidarı ile birlikte sona ermiş görünüyor. Daha sonraki iktidarlar dönemlerinde az sayıda örneği bulunmakla birlikte muhalif aydınların bürokrasi içinde yer almaları mümkün olmamıştır.

İsyankâr bürokratlar zamanı

Bu aydın isyankâr bürokratlardan birisi de gerçek adı Abdülhamid Ziyaeddin olan Ziya Paşa’dır. Arapça ve Farsça bilen Ziya Paşa’nın sürgüne gittiği Paris ve Cenevre’de Fransızca öğrendiği de varsayılabilir. İnişli çıkışlı devlet memurluğu Mustafa Reşit Paşa’nın sadrazamlığında Saray Mabeyn Katipliği’ne girmesiyle başlıyor, Ali Paşa’nın sadrazam olunca da Saraydan uzaklaştırılıyor. Ama devlet memurluğu sona ermiyor. Zaptiye Nezareti (içişleri bakanlığı) Müsteşarlığında görevlendiriliyor, Kıbrıs ve Amasya mutasarrafı (valisi) oluyor. Bosna bölgesi müfettişliğine atanıyor. Bu arada isyancı aydınlardan oluşan Yeni Osmanlılar Cemiyeti’ne giriyor. Tekrar Kıbrıs Valiliği’ne atanınca da Paris’te bulunan isyancılardan Mustafa Fazıl Paşa’nın çağrısıyla, devrin şöhretli isyancılarından Namık Kemal ile birlikte Paris’e kaçıyor. Orada Fazıl Paşa’nın desteği ve Namık Kemal ile birlikte Hürriyet gazetesini çıkarıyor. Fakat Sarayla anlaşan Fazıl Paşa desteğini çekip İstanbul’a dönünce Ziya Paşa da Paris’i bırakıp Cenevre’ye geçiyor. Ziya Paşa’nın maceralı yaşamı daha sonra yine bir üst düzey bürokrat olarak devam ediyor. Kendisini görevden alan Sadrazam Ali Paşa ölünce İstanbul'a dönen Ziya Paşa Maarif Nezareti müsteşarlığına atanıyor. Namık Kemal'le birlikte Kanun-i Esasî Encümeni'nde yer alıyor.

Sonunda II. Abdülhamid Ziya Paşa’nın İstanbul’da bulunmasını sakıncalı buluyor, vezirlik rütbesi veriyor ve Suriye Valiliği’ne gönderiyor. Oradan Adana Valiliği’ne atanıyor Ünlü Terkib-i Bend şairi Ziya Paşa burada ölüyor.

Ziya Paşa’dan günümüze

Mısralar arasında gezinmek iyi gelecektir bize. İyi gelecektir çünkü zamanımıza, zamanımızın kahramanlarına denk düşen pek çok değinme var bu dizelerde. Örneğin gözünü ufuktaki parlak ışıklara dikip önündeki kuyuyu görmeyenler için şu beyit pek öğretici değil midir? “Yıldız arayıp gökte nice turfa müneccim /gaflet ile görmez kuyuyu rehgüzerinde” Zamanımızla günümüz siyaseti ile ne ilgisi var denilirse bir iki satır kelam etmek herhalde yerinde olur.

Çünkü şimdi de tıpkı Ziya Paşa zamanında olduğu gibi gökte yıldız ararken dalıp gittiğimiz, hayal âleminin ışıkları içinde kendimizden geçtiğimiz, tam önümüzdeki çukura düşmek üzereyken uyanıp eyvah demiyor muyuz? Sık sık başımıza gelmiyor mu bu uyku hali? İşte siyasette de bugünlerde “kazandık pek bir şey kalmadı, geliyor gelmekte olan, ne yapsalar boştur artık” derken turfa demek haksızlık olur ama tecrübeli bunca siyasinin arada bir önlerine bakmaları, rakibin B planına, C planına göz atmaları gerekmez mi? Gaflet ile görmez de içinden çıkamayacağımız susuz bir kuyuya düşersek, bu berbat günlerde açlık çeken, enflasyondan bunalmış, paramızın her gün değer yitirmesinden paniğe kapılmasına ramak kalmış insanlara yazık olmaz mı? Bakın işte insanların çaresizlik içinde “olsun artık ne olacaksa” teslimiyetine teslim olmalarını bekleyenler Z planlarını tartışmaya, tartıştırmaya başlamadılar mı? Ziya Paşa işte yıllar yıllar öncesinden uyarıyor bizleri; gelin turfa müneccim olmayalım, arada bir önümüze bakalım, Yoksa yine Ziya Paşa’nın anlattığı duruma düşeceğiz, “Eyvah bu baziçede bizler yine yandık / Zira ki ziyan ortada bilmem ne kazandık” diyeceğiz.

Halemiz ufukta bir zafer görünse bile pek iyi değildir, çünkü milyonla götürenler doların halinden pek memnundurlar; krizdir, bunalımdır onları fazla ırgalamamakta, hatta krizi fırsata çevirmenin faziletleri üstüne nutuklar söylemekte, halka ise tasarruf önermekte “az yiyin, porsiyonları küçültün, iki alacağınıza bir alın” diye öğüt vermektedirler. Hatta çalma çırpma işlerinde “zaman kısalıyor ne götürsek kârdır” diyenler ödüllendirilirken ekmek çalan zindana atılmakta, tıpkı Ziya Paşa’nın anlattığı gibi “Milyonla çalan mesned-i izzette ser-efraz/ Birkaç kuruşu mürtekibin cay-ı kürektir” denilmektedir. Kimdir bunlar diyen çıkarsa hemen söyleyelim: “Onlar ki verir laf ile dünyaya nizamat/ bin türlü teseyyüp bulunur hanelerinde” diye tarif ettiği zevattır. Onlarla ilgili, daha doğrusu o yıllardan bu yıllara eskimeyen tariflere göre, hanelerinde bin türlü teseyyüp bulunanlar için daha derin sözler söylemekte, tarifini derinleştirmektedir Ziya Paşa; “İmân ile din akçadır erbâb-ı gınâda / Nâmus u hamiyyet sözü kaldı fukarada” Tamam, fukaraya namusla hamiyyet kalmışsa, buradan insanlık âlemine bir gönderme yapmaya hakkımız yok mudur? Öyleyse Ziya Paşa’nın sorusu pek yerindedir: “Ebnâ-yı beşerde kalacak mı bu muâdât/ Bilmem ne zaman doğrulacak mezheb-i âlem”. Yerindedir çünkü insanlık âleminde muâdat, çatışma ancak ve ancak insanlık ayağa kalktığında sona erecektir. Ne zaman doğrulacak mezheb-i âlem sorusu da pek yerinde ve yanıtı bizde olan bir sorudur. Mezheb-i âlemin sınıflara bölündüğünü anlatmak da bize düşer artık.

Ama bu sorunun yanıtını verebilmek için dünya nimetlerinden vazgeçmek değilse de, Ziya Paşa’nın pek güzel tarif ettiklerinden olmayalım; “İç bade güzel sev var ise akl- ü şuurun / Dünyâ var imiş yâ ki yok olmuş ne umurun” demeyelim, Çünkü dünya zaten umurumuzun dışında ve bize karşı kendini koruma savaşındadır. Dünyayı korumak kendimizi korumaktır diyelim biz de, Ziya Paşa’nın “Sâkî içelim rağmına softa harisin / Kim maksadı kevser emeli hûr-ı onandır.” Öyleyse biz de doymak bilmez softalara, kendi kendilerine kevser şarabı ve huriler müjdeleyenlerle birlikte olmayalım; kafayı takmayalım onlara, bildiğimiz yoldan ilerleyelim, kendimizi kurtarmayı başarırsak eğer, insanlığı da kurtarmış olacağımızın bilinciyle okuyalım Terkib-i Bend’i.

***

Terkib-i Bend yazarı Osmanlı’nın son döneminin ilginç kişiliklerinden birisidir. Başta söylediğimiz gibi ilginç olan o dönem bürokrasinin üst katlarında yer alanların aynı zamanda muhalif politikacılar olmalarıdır. Ziya Paşa örneğinde olduğu gibi üst bürokraside yer almakta, sürgüne gitmekte döndüğünde yine bürokraside önemli makamlara gelebilmektedirler. Osmanlı Devleti bürokratlarından vazgeçemiyor, aba sopa yöntemiyle yanında tutmaya gayret ediyor, başarılı olamazsa Payitaht’tan uzaklara sürüyor ya da son çare Mithat Paşa örneğinde olduğu gibi boğuyor ama o zamanların egemenleri sonsuz iktidar iksirini keşfedemediler, boşa kürek çektiler, memleketi de harap ettiler. Çok uzun yaşasalar da tıpkı Ziya Paşa’nın anlattığı gibi onlar da nihayet siyasi ömürlerini tamamladılar. Ziya Paşa da zaten “Seyr etdi hevâ üzre denir taht-ı Süleyman / Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde” derken işte bunu anlatıyordu…