Başıboş sokaklarda yürümeyi seviyorum. Nereye gittiğini bilmeden yürümekle, bir yere yetişmek için yürümek arasındaki o büyük fark… Hafif ısıran bir soğuk olsa da hava güzel. Baktığım her yerde koca koca seçim afişleri görüyorum, hiç kimsenin geçmediği inşaat hâlindeki binalarda bile asılı. Aklıma ilk gelen şey, bu afişlere ne kadar para harcandı ve seçimden sonra afişleri ne yapacaklar? O afişlere baktıkça başka bir şey gelmiyor aklıma, çünkü hepsinde aynı yüz, aynı bakışlar. Başka bir referanduma kadar afişleri depoya kaldırırlar muhtemelen, yakacak halleri yok, hakaret olur.

Eskiden kitaplarla ilgili düşünür, gündüz düşleri görür, felsefi kavramların ya da bir şiirin peşinde dolanır dururdum. Geldiğim nokta bu, seçim afişlerini düşünüyorum. Yüzeyselliğin de dibi yok, bu ülkede hiçbir şeyin dibi yok, çünkü her şey havada asılı.

Afişlerin kaderini düşünmeden evvel, bahar havasını içime çekip güneşin önündeki bulutları bakışlarımla çekmeye çalışıyordum; çünkü güneşi özlemiştim ve bulutlar zırt pırt güneşle arama girip duruyordu. Bakışlarım bulutları hareket ettirebilir, ama sadece bulutları, o da rüzgârın yönünde. Bulut insanım ben. At kafalı insanlar gibi, bulut kafalı insanlar da vardır, Mayakovski örneğin, “Pantolonlu Bulut…”

Geleneksel seçim ve siyaset biçimlerinden insanların duyduğu hoşnutsuzluğa kayıyor aklım sonra. Bu hoşnutsuzluk, siyasetin seçime yönelik olmayan hareketliliğinde bir yükselişe neden olmuştu bir zamanlar, yatay örgütlenme modellerinden, radikal demokrasiden konuşurduk uzun uzun. Sonra kimlik sorunları, güç ve korku üzerinden dünyada ve Türkiye’de totaliter bir tırmanış yaşandı. İnsanlardaki sisteme yönelik hoşnutsuzluğun siyaseti dönüşüme uğratma ihtimalinden korktukları için olsa gerek, iktidar sahipleri, dünya savaşını bile çıkartmayı göze alacak bir hırsla hareket eder oldular, kontrolsüz güç ve yetki arzusuyla… Pazar günkü seçim, toplumsal kamplaşmayı çözerek insanlara bir arada yaşama ümidi verebilir belki, ya da bir süre daha çılgın şeyler gelecek başımıza.

Yürüyüşüm, ağaçlı bir sokağa varıyor, rengârenk çiçeklerin açtığı ağaçların ardındaki yarın aşağısında artık kullanılmayan demiryolu görünüyor. Demiryolunun üzerinden geçen bu köprüde yürürken, birden bu köprüyü daha önce defalarca gördüğümü hatırlıyorum. Bu köprüde çekilmiş eski Yeşilçam filmlerindeki, âşıkların bu köprüde ayrıldıkları ve kavuştukları sahneler geliyor gözümün önüne. Yeşilçam filmleri denilince aklıma ilk gelen replik, “Bedenimi alabilirsin ama ruhumu asla” sözü olur. Köprüden demiryoluna bakarken çocukluğumu hatırlıyorum bir yandan. Başka bir şey yok muydu buralarda, yani bu topraklara ait ruh... Ne oldu şehrin ruhuna, bedeni para babalarınca yağmalanınca? Demek ki bedenin alınınca ruhun kaçıp gidiyor, ölüyor sonra beden. Yeşilçam repliğinin derin anlamını bulduğumu sanıyorum, ölü yaşayanları düşünerek. Bu tren geçmez demiryolu, çekip giden ve dönmeyecek şeylerden arta kalan büyülü bir nesne gibi geliyor bana o an.
Aşağıya iniyorum, rayların üzerinde dengede durmaya çalışarak Haydarpaşa’ya doğru yürüyorum. Sonra yağmur çiselemeye başlıyor, ileride gökyüzü açık ve bulutların arasından güneş ışığının süzülüşü, gökyüzünden açılmış bir ışık tüneli gibi görünüyor. Çocukken o ışık tüneliyle başka dünyalara geçebileceğimi düşünürdüm. Şimdi öyle şeyler düşünmüyorum, çünkü demiryolunun kenarındaki yıkık dökük binanın üzerinde yine o afiş ve o bakışlar. Bizim başka dünyalara, hayal gücüne ve en önemlisi bedenimize ruh üfleyecek siyasi fikirlere ihtiyacımız var. Kapitalizmin ötesini görmedikçe kapitalizmi göremeyiz.

Arkamdan bir tren düdüğü sesi…