50m2 dönüşümler üzerine kurulmuş bir hikâye. İki tür dönüşüm var, biri elbette son yılların popüler meselesi kentsel dönüşüm diğeri de dizinin kahramanı Gölge'nin Adem'e dönüşümü. Bir yandan Gölge Adam'ın sadece gölgesinin kalmasını umut ederken diğer yandan "mahalle"nin kente dönüşmemesini arzuluyoruz dizi boyunca.

‘Gölge’den Adem’e’ mahalleden kente

MURAT TIRPAN

Burak Aksak ve Selçuk Aydemir'in yaratıcısı olduğu Netflix'in yeni Türk dizisi 50m2 bu platformda karşımıza çıkan neredeyse tüm yerli işlerde olduğu gibi "güzel ama.."larla malul bir hikâye. Komik anlarıyla, başarılı oyunculuklarıyla, rahatlatıcı atmosferiyle çekici ama öte yandan da aynı oranda gerçeklikle ilişkisi açısından sorunlu. Bu dijital enfiye kutusunun içinden çıkanlar rahatlamamızı ve keyif almamızı sağladıkları gibi öte yandan aşırılıklarıyla da zorluyorlar bünyemizi. Bu bağlamda 50m2 hem gönül rahatlığıyla iki fırt çekilebilecek kadar keyifli hem de sizi fena aksırtabilecek rahatsız edici bir enfiye. Ama gelin bu klasik "Netflix dilemma"sını bir kenara bırakıp başka bir şeyle ilgilenelim.

50m2 dönüşümler üzerine kurulmuş bir hikâye. İki tür dönüşüm var, biri elbette son yılların popüler meselesi kentsel dönüşüm diğeri de dizinin kahramanı Gölge'nin Adem'e dönüşümü. Bir yandan Gölge Adam'ın sadece gölgesinin kalmasını umut ederken diğer yandan "mahalle"nin kente dönüşmemesini arzuluyoruz dizi boyunca. Gölge, Adem'e dönüştükçe mahalle dönüşmemeyi başarabiliyor ancak, ters bir denklem. Dizide bir yandan 50m2'de çay içerek mutlu olabilen mahalle sakinlerini izlerken öte yandan geniş mekanlar ve kırk yıllık viskilere sahip olanların huzursuzluğuyla karşılaşıyoruz.

Burada sorulması gereken soru şu: Mahalleyi, yine ve yeniden, bir tarafta tanımlayıcı karakterleri muhtarı, imamı, tatlı küçük kızı, delişmen âşık genci ve mini kötülük timsali otoparkçısı ile diğer yandan belirleyici mekânları, halı saha, terzi dükkânı, otopark ve şirin kafesi ile tipik bir "gemeinschaft" olarak tanımlamak ne kadar geçerli? Sosyolog Ferdinand Tönnies'in bize miras bıraktığı Gemeinschaft, yani ilişkilerin daha çok kendi hatırları için desteklendiği, duygusallığın hüküm sürdüğü ve geleneklerin egemen olduğu, daha çok mekanik dayanışmanın görüldüğü bir toplum şekli. Öte tarafı temsil eden kötünün adının Servet olmasına karşı Muhtar'ın adının bile Muhtar olduğu, tanımlayıcı mekan olan terzinin Adil olarak adlandırıldığı, yine Aksak'ın imzasının bulunduğu başka bir diziden, Leyla ile Mecnun'dan kopup gelen fantastik bir ruh hali.

Cengiz Bozkurt'un o dizide de Erdal Bakkal olarak mahalleyi şirinleştirenlerin başında gelen haliyle buradaki rolünün paralelliği bizi şaşırtmamalı. Aksak'ın kalemi mahalleyi tüm bu "mutlu ve komik" haliyle 'ev'in kendisi haline getirirken Adem'in kişiliğini bulmasının da tek yolu olarak tanımlıyor. Bir yerde "yeterince karanlığa gömülürsen gölgen yok olur" derken para babası Servet, ondan kurtulmaktan bahsediyor. Nihayetindeyse dizi gölgenin yok olmasının tek yolunun 50m2'lik şirin bir terzi dükkanına girmek olduğuna bağlıyor meseleyi. Oysa elimizde mahallenin tüm sakinlerinin gölgelerden ibaret olduğu başka örnekler var, Azra Deniz Okyay'ın Hayaletler'i mesela.

Burada kentsel dönüşümler mahallelilerin kafasında değil, tam da yaşadıkların yerin ortasında. 50m2'deki gibi bir diyalogdan ibaret değil, son dönem Türk sinemasında sıkça gördüğümüz gibi, iş makinası gürültüleriyle bizi boğmakta. Burada şirin kafe sahibi muhtarın kızları yerine belediyede temizlik görevlisi olarak çalışan ve hapishanedeki oğluna para bulma derdindeki İffet ya da mahalledeki çocuklara gönüllü eğitmenlik yapan ve feminist eylemlerde başı çeken Ela'nın hikâyeleri var. Okyay'ın mahallesinde ancak extasy aldığında dövüşebilen köpekler ve buna benzer olarak yaşama hırslarıyla ayakta durabilen Didem gibi genç kızlar var. Bir tarafta mahallenin zar zor hayatta kalmaya çalışan hayaletleri, diğer yanda ise Adil terzi fantezisi.

Hayaletler'deki orada yaşamaya çalışan ya da oradan kaçmaya çalışan insanlar ile oraya, kendilerine tarif edilmiş evine dönmeye çalışan adam arasındaki zıtlıkla karşı karşıyayız. İnsanı kasabadan çıkarabilirsin ama aklından kasabayı çıkaramazsın muhafazakarlığı. Yersiz-yurtsuz Gölge'den mahalleli Adem yaratıp kentsel dönüşümleri kafamızdan atma formülü. Nurdan Gürbilek'in son kitabı İkinci Hayat'ta yazdığı gibi 'Muhafazakârın ölmek bilmeyen düşü: Bir çatlak yokmuş gibi, hiç açılmamış gibi, dünün darbesi bizi başkalaştırmamış gibi hep aynı eve dönmek. Borcu arzuya dönüştürmek. Köyünü unutmayan adam.'

Burada Freudcu tekinsiz (Unheimlich) olan Servet'in plaza mekanlarından, viskilerindense daha çok muhtarın mahallesi gibi geliyor bana. Zorlu hayat şartlarının, iş makinelerinin, uyuşturucunun, parçalı (fractured) ve karmaşık bir kabusun bastırıldığı, sempatik karakterlerin işli yorganlara sarılıp uyuduğu bir "yok mekan" seyircinin içinde psikolojik fırtına koparabilen, "zihinsel vertigo" ve bir tür "ecstasy etkisi" yaratabilecek hikâyeler belki 50m2'den daha zor tüketiliyorlar ama kuşkusuz daha samimiler.