Yıl 1963, Anayasalı devletin üçüncü yılında ortalık yeniden ısınıyor.

Yıl 1963, Anayasalı devletin üçüncü yılında ortalık yeniden ısınıyor. Filmi ilk seyrettiğimde şunu düşünmüştüm: ilk kanı dökülenler savaş karşıtları.
Genelde de böyle olduğuna inanıyorum. Muhtemelen hem kolay hem de etkili hedef oluyorlar. Daha da önemlisi, savaş karşıtının öldürülmesi diğer insanları, çok daha tedirgin ediyor ve iş kontrolden çok daha kolay çıkıyor.
Derviş’in Kıbrıs’ta film çektiğini biliyordum, ama ne çektiği hakkında hiçbir fikrim yoktu, okumamıştım. Filmi ilk kez Antalya Film Festivalinde seyrettim. Benim için tümden yeniydi, ama daha genel konuşursak, Gölgeler ve Suretler Türkiye Sineması için de yenidir. Şundan emin değilim, ama büyük ihtimalle Rum ve Yunan Sinemaları için de yenidir. Proje baştan büyük bir zorlukla başlıyor esasında, bir savaşın başlangıç sürecini anlatıyorsunuz ve tümden savaş karşıtı bir söylem geliştirmeye çalışıyorsunuz. Hem de belirli yönlerden etnik bir sorun üzerinden, bu süreçte tarihe belirli bir uzaklıktan bakmak daha zor, üstelik iki kesimde birbirine küsmüşse, ayrıca ulusal dış politikaları birbirleriyle iletişime geçmek yerine, üçüncü tarafları etkilemek ve cepheden karşıtlık üzerine kurulmuş iki etnik yapı. Bir de anavatan(lar) meselesi var, orasını ne siz sorun ne ben söyleyeyim.

KIBRIS VE ÜÇÜNCÜ DÜNYANIN BAĞIMSIZLIK MÜCADELESİ
EOKA’nın kurulması 1955 yılına rastlıyor, hemen ardından TMT kuruluyor. Bu tarihin en net uluslararası karşılığı Bağlantısız Ülkeler Birliğinin kurulmasıdır. Özellikle Avrupa’nın sömürgeci ülkelerinde siyasal ısınmalar üç kıtaya yayılmış: Asya, Afrika ve Latin Amerika.
Kıbrıs özünde bir tarım toplumudur, güneyi de kuzeyi de. Kendine özgü bir sanayisi yok, sanılanın aksine turizm potansiyelleri de sınırlı. Öyle ki İngiltere kendi Kıbrıs Politikaları adına, Asil Nadir’i bilinçli olarak iflasa sürüklemek için uğraşıyor, başarıyor da. Çünkü Nadir’in Kuzey Kıbrıs’a yaptığı yardımlar ada bütçesinde hatırı sayılır ölçüde. Düşünün bir ülke ve bir işadamının yardımları, ada ekonomisini ayakta tutuyor.
Paylaşamadıkları neleri var? Neden çok basit aslında, ada zaten kendi özgürlüğünü yüzyıllardır kaybetmiş. En son hâkimi İngiltere, ama onun da amacı adayı sömürmek ya da kalkındırmak değil. Jeopolitik önemi nedeniyle Ortadoğu için çok kritik bir üs olarak görüyor Kıbrıs’ı. Bu nedenle adanın ulusal bir kimlik kazanması, Üçüncü Dünya ülkeleri için bile çok geç. Ada büyük oranda içine kapanık, entelektüel ve siyasi olarak bir kimlik kazanamamış. Hatta denilebilirse Kıbrıs modernizasyon süreçlerine bile çok geç girmiş. Adada tarih donmuş gibi, zaman akıyor, tarihsel yapı pek arz etmiyor. İki etnik yapı, sürekli akademik, sanatsal, iktisadi açıdan en yetenekli insanlarını göçle kaybediyor. Kendine güvenen işi ya da aşı olmadığı için değil, kendini sınamak için adayı terk ediyor. Böyle bir toprakta, özellikle ikinci dünya savaşından sonra, modernizmin iki modası geçmiş “yücesi” ulus-devlet ve milliyetçilik adada ilk örgütlenmelerini yaratıyor. Ada halklarının biri Müslüman diğeri Ortodoks, sömürgeci ise Anglikan. Din giderek önem kazanıyor. İki etnik yapının da ada tarihi içinde köklü çatışmaları yok, ama anavatanların yüzyıllara dayanan husumet öyküleri var, üstelik aslında onlarında dış politikasında asıl rekabetleri karşılıklı yaşanıyor. İkisi de diğerinden etnik azınlık içeriyor.

ÇARPIK İDEOLOJİK YENİLENME: ANAVATANLAR
Ada tarihinde gerilere gidildikçe bu etnik yapılar arasında husumetten çok daha fazla, barış ve kader birliği olmasına rağmen, çarpık ideolojik yenilenme her ikisini de birbirine düşürüyor. Gerçek şudur ki hem EOKA’nın hem de TMT’nin kurucuları anavatanlardan geliyor. İngiltere’nin derdi ada ekonomisi değil zaten, onun derdi üslerini korumak. Kıbrıs’ta bir anti-emperyalist söylem oluşuyor, ama o kadar cılız ve çarpık ki bu söylemin eşliğinde iki etnik yapının aktivistleri birbirlerine yöneltiyorlar öfkelerini. Sanki asıl rakipleri diğeriymiş gibi. Çok kısa bir İngiltere karşıtlığı var, ama özel olarak beş yıllık dönem sonra, Kıbrıs Anayasası olan, seçimler yapılan, kendi hükümeti olan bir ülkeye dönüştüğünde bile, Ada’da ancak geçici sulh ilan edebiliyor. Birbirlerinin hakları diğerine çok geliyor, adalılık ve vatandaş kavramlarını etnik kimlikler bastırma eğiliminde. Rumlar çok daha örgütlü ve aktivist, onlar aksiyoner Türkler ise büyük oranda reaksiyoner.

TARİHSEL ORTAKLIĞI GELECEĞE DAİR PROJESİZLİK YIKIYOR
Gençlerin enerjilerini adanın kültürü, tarihi ve ekonomisi mas edemiyor, onlar dirimsel enerjilerini anavatanların korumasında ve yönlendirmesinde diğerine yöneltiyor. Aslında gerçek eksik şu: Adalılık, bir ulusal kimlik inşa edilemiyor, hakikaten paylaşacakları bir ortak tarih eksikliği, geleceğe dair ortak projesizlik damga vuruyor: bunların yerine din ve etnik temelli ayrışmaların kaşınması doğan kültürü bile sarsıyor.
Ama bir başka sorun daha var: aslında ada halkları küçücük adada birbirine gerçekten karışmış, dahası dinsel ve etnik farklılıklara rağmen, adalıların kültürü büyük oranda benzeşiyor. Yani birbiriyle çatışan iki kültürden daha çok benzeşen yönler öne çıkıyor, üstelik ada zaten kırsal bir kültüre ait, kültürün giderek derinleştirici bir unsuru olan modern yapı kurulmamış durumda.
Kıbrıs, herkesin kendi önyargısını diğerine yönelttiği, farklılıkları vurgulamak için insanların abartmak zorunda kaldıkları ve ayrışmak için konuşanın bir yerden sonra kurusıkı atmak zorunda kaldığı bir yer.
Bu nedenle olacak anavatanlar Kıbrıs halkının toplamı kadar insanların katıldığı kitlesel yürüyüşlere ev sahipliği yapıyor. Hakikat odur ki örneğin 1950’lerde Türkiye’de yapılan Kıbrıs mitinglerine Kıbrıs’ta yaşayan Türklerden daha fazla insan katılıyordu. Adanın büyüklüğü zaten Konya kadar. Adanın şimdiki toplam nüfusu, İstanbul’un herhangi bir ilçesinin nüfusunun yanında pek cılız kalıyor.
Paylaşamadıkları ne bilmiyorum ama herkesin kendine düşenle yetinemediği, diğerinde zaten çok şey olmayan, kaldı ki ondan aldığı da aslında öbürünün gözünü doyurmaz, siyasi tartışmalarının büyük oranda mahalle kavgasına döndüğü bir süreç izliyor. Gerçek şu ki adada her iki taraf da diğeriyle konuşurken, kendi tarihini ve eylemlerini gizlemek için çaba göstererek işe başlıyor. Bu dürüst olmayan çatışmadan her ikisi de yorulmuş durumda.

MESELİN KISSADAN HİSSESİ
Gölgene dikkat edeceksin, müdür. Karanlık taraflarına hükmedeceksin! Aşağı Gıyges’ten Yukarı Gıyges’e bisikletle gidebilirsin zaten. Gölgeler ve Suretler, insanların gölgelerinden kaçmak istedikleri, Suretlerini gizlemek istedikleri bir tarihin perde arkasıdır. Birde tarihsel süreçten çıkardığı ders, geçmişe bir hayıflanma ve geleceğe dair bir özlemle dolu. Mutlak hakikati değil, mutlak barışı arayan bir film, tarihin yıkıntıları arasında dolaşırken, her türlü kolaycı çözümden ve eşyanın tabiatı gereği diğerine karşı aşırı yaygın bir Kıbrıs hastalığı olan “senin gözünün üstünde kaşın var” diyerek suçlamaya başlayan yaklaşımdan itinayla uzak durmuş bir film. Karagözün iki halka yaptığı barış çağrısı ise aslında bir insanlık meseli, kıssadan hissesi de bilgelik dolu, ister toplumlara uygulayın, isterse bireysel düzlemde ahlaki anayasanıza katın.