Sabah Bilge uğradı, beni Nevzat’lara arabasıyla ancak önümüzdeki hafta götürebilecekmiş. Oğlunun da dahil olduğu kısa film bu hafta da bitmemiş. Öyledir bu filmler, bitmezler bir türlü. Dışarılarda dolaşan, hatta karşı tarafa gidip gelen şaşılası insanlardan haberler de getirdi. Bir de küçük kedicik, anahtarlık görevini yerine getiriyor. Hemen aldım, ama çantama atmadım. Masanın üstünde eve alışıyor.

Bugün sınıf arkadaşlarım da buluşuyormuş, Dilek Pastanesi’nde. Selen aradı, çeviri durumumun çok acıklı olduğunu söyleyince, benden ümit olmadığına karar verdi. Defterden silmesin, gene arasın diye sıkı sıkı tembih ettim. Aslında geçen hafta canıma yetecek kadar dışarı çıkmıştım. Bu sayede hem postaneden e-devlet şifremi aldım, hem yeni kimlik için başvurdum, hem de aşı oldum.


***

Pandemi sırasında +65 olarak eza-cefaya uğradığımız için, Kadıköy çarşısına bile gidemez olmuştuk. Bir ara iki saatlik sokak iznimiz vardı. Kamu ulaşımından da uzak tutulmuştuk. “Siz izin vermezseniz ben de hiç çıkmam,” diye mukabelede bulunmuştum. Bu “fare dağa küsmüş” hikâyesinin sonunda, evde oturmaktan gayetle hoşnut, iki adım atsan şikâyet eden kasların sahibi oldum. Dün bir arkadaşın dört tekerlek sağlaması sayesinde çıktığım ev alışverişi de bana ne yaparsam yapayım, mutlaka yakınımda oturacak yer olması gerektiğini hatırlattı. Zaten aşının ardından çok istediğim halde Vijay İyer konserine de gidemedim. Anlaşılan, ciddi bir kayıp olmuş.

Oysa iki yılı aşkın süredir hasret kaldığım ‘live’ konserler, film özel gösterimleri gözümde tütüyordu, hâlâ da tütüyor. Pandemi döneminde dijital destekle eksikleri kapatmaya çalışmıştık. Doğrusu bir anlamda kapattık da, hatta ben Mezzo, Mubi gibi cankurtaranlar sayesinde çok film izlemiş, konser dinlemiştim, uzaktan uzağa. Gene de sinema salonunda, başka insanlarla birlikte film izlemenin, konserlerdeki dost buluşmalarının tadı başka. Bu arada vazife icabı ve kardeş eşliğinde iki yerli film festivaline, Adana ve Antalya’ya da gittim. Şikâyete de pek hakkım yok. Ne kadar zor yürüdüğümden (gerçi eskisinden biraz daha iyiyim) yakındığım sinemacı arkadaşlar da link ile destek oldu, şükür.

***

Yani, yarı ev insanı, arada bir de ev kaçağı olarak kültür-sanat açısından iyi-kötü nasibimi alıyor sayılırım. Ama benim asıl eksiğim, tamamen ev hapsinde olduğum dönemde kesinlikle anladığım gibi kültür faaliyetlerinin kendilerinden çok, dost muhabbetiymiş. Arabayla Bağdat Caddesi’nden geçerken, kafelerin durumunu gizliden kontrol ederdim. Kapalı mı, açık mı, gidip oturma imkânı var mı? Bu vesileyle, eskiden çok sevdiğim, sık sık gittiğim ama talihsiz bir yangının ardından vedalaştığımız çay bahçemizi de anıp duruyordum. Bostancı istasyonunun neredeyse içindeydi. İddiasız, kendi halinde, iki dakika oturdunuz mu garsonun tepenize dikilmediği cinsten bir bahçeydi. Bana gündüzleri çay bahçesi olan, çocukluğumun ve ilk gençliğimin Beşiktaş’ındaki açık sinema bahçelerini hatırlatırdı biraz.

Yani bilinsin ki dışarıya az çıkmamın nedeni, hastalık korkusu değil, kas mezalimi. Kendi mahallemde icap ettiğinde gene dışarı çıkıyorum ama, şu sıralar asıl ev çocuğu olma nedenim, çeviri teslim tarihlerinin bastırmış olması. Anladım ki, böyle yasaklı günlerde insana en ağır geleni, yüz yüze dost sohbetinden uzak kalmak… Gönül sohbet ister, kahve bahane! (Benimki çay olsun.)