Gönüllü sürgün

ZİHNİ BAŞSARAY / zihnibassaray@gmail.com

Göçerin evi, yolun kendisidir. Yaşayabilmek için gitmeye, keşfetmeye ve en uygun zamanda en uygun yere erişmeye ihtiyacı vardır. Bu yüzden toprakla yaşadıkları toprakla olan ilişkileri, dönemsel bir aşktan ibarettir. Hızlıca başlar, göçerler alacaklarını alır ve giderler. Yaşadıkları toprağa ilişkin uzun uzadıya planlar yapmaz ve bu toprağın geleceği için emek vermezler. Bu yüzden inançları da, düşünceleri de, duyguları da yolda olmak üzerine inşa edilir.

Yerleşiklerin evi ise topraktır. İnsan bir toprağı evi bellediği zaman hikâyesiyle, kederiyle, emeğiyle o evi sahiplenir. Bir sevgiliyi bekler gibi yağmuru beklerler. Şenlikleri ilk cemre, kederleri kuraklıktır. Bilirler ki emek vermedikleri toprak onlara ekin vermeyecektir, kirlettikleri suyu içemeyeceklerdir, beslemedikleri atları dört nala gitmeyecektir. Bu insanlar “topraktan öğrenip, kitapsız bilendir.”

Biz öyle değiliz. Yerleşik şehirlerimizde göçebe aklımızla, bu çatışmanın verdiği huzursuzlukla yaşamaya çalışıyoruz. Ne yaşadığımız toprağı sahiplenebiliyoruz ne de yaşadığımız hayatın hak ettiği emeği verebiliyoruz. Sürekli daha güzel bir ihtimali ıskaladığımız inancını içimizde bir ur gibi taşıyoruz. Coğrafya kaderdir kabulünü sırtımıza kambur yapıp boynu eğik şekilde bu kadere mahkûm olmamanın tek yolunun başka bir coğrafyaya gitmek olduğuna kendimizi inandırıyoruz.

Oysa bu coğrafyanın kaderi biziz. Kader denen bu coğrafyanın tarihi bizimle başlamadı. Acıyı, ölümü, yası, ağıtları ilk biz yaşamadık. Homeros’un destanlarında geçen ağıtlarla Yaşar Kemal’in derlediği ağıtları alıp karşılaştırınca göreceksiniz ki bu coğrafyada acı hep varoldu. Ancak bu coğrafya nasıl kendi acısını her daim doğurduysa, bu acıyla mücadele edenleri de doğurdu. Nerede bir Abdi Ağa doğduysa, orada bir İnce Memed oldu. Sürgünler toprağından hep koptu ama Dadaloğlu geldi, bütün topraklarda ölümsüz oldu.

Son zamanlarda sürekli “biz böyle zor bir hayata layık değiliz” cümlesini kuruyoruz. Gitmek istiyoruz. Başka ülkelerde, başka topraklarda daha güzel bir hayatın bizleri beklediğini biliyoruz. Hep bir ağızdan daha iyi bir hayata layık olduklarına inanıyoruz. Çünkü biz iyi insanlarız. İçinde yaşadığımız, bizim toprakla bağımızı kesen, tek geçerli değerin para olduğu bir sistemin öğrettiği “iyi” kavramını kendimize zırh olarak kuşanıp bu sistemin yarattığı yozlukla mücadele etmeye çalışıyoruz. Elbette ki bu “iyi” kavramının bize öğretilmiş, sindirici, niteliksizleştirici bir “iyi” olduğundan haberdarız ancak yine o sistemin yarattığı konfor alanından vazgeçmek istemiyoruz.

Tüm bunları yaparken de bu coğrafyanın bize sunduğu derinliği, geçmiş öğretileri, destanları reddederek kendimizi köksüz bir ağaca çeviriyoruz. Anadolunun en derinine inen tabiat, barış, adalet, başkaldırı çağrılarını yok sayıp kendimizi bu coğrafyadan ayırıyor ve aklımızı soysuzlaştırıyoruz. Her yorulduğumuzda gölgesine sığınabileceğimiz çınar olan Anadolu’nun tarihini tanımıyor, bu yüzden de her yorulduğumuzda kendimizi güneşin altında çıplak bir çölün ortasında buluyoruz. Oysa bu topraklarda açan en güzel güllerin kokusu var inandığımız şeylerin güzelliğin teninde.

Elbette gidebiliriz. Aklımız gibi kendimiz de göçebilir, yorulup bırakabiliriz. Ancak kendi geçmişinin köklerine bile tutunamamış, kendi ülkesinde bile özne olmamış insanlar olarak neresidir gideceğimiz yer? Kendi emeğinle inşa edilmemiş bir mutluluğun kıymeti ne kadar işleyecek içimize? Canımızın yanışını, özlemlerimizi, bu toprağa dair umutlarımızı ne kadar uzağa gidince unuturuz?

Düştüğümüz yerden kalkmak, bu topraklarda hep birlikte güzel bir yaşam umudunu birlikte yeşertmek zorundayız. Aksi hâlde Nâzım Hikmet’in memleket hasretine bile ihanet etmiş olacağız. Eğer bu coğrafya kaderse, bu kaderin biraz da avuçlarımızda olduğunu farkettikçe biraz daha “biz” olacağız. İyi olmanın kimseye dokunmamaktan değil, garibanın hayatına dokunmaktan, yoksullukla savaşmaktan, kibirli bir bakıştan önce gerçek bir anlama çabasından geçtiğini düşünerek yaşadıkça biraz daha ehlileşecek, biraz daha özgür olacağız.