Görkemli bir insanlık tarihi

İLKER ASLAN

Türk edebiyatında şahsına münhasır bir yeri olan Nazan Bekiroğlu, yeni romanı ‘Kehribar Geçidi’ ile okurlarını yeniden selamlıyor. Bekiroğlu, okuru zengin bir tarihi yolculuğa çıkarıyor. Gerek geniş ve zengin karakter yapısıyla gerekse de derinlikli ve ince düşünülmüş detaylarla dolu kurgusuyla roman biraz destansı biraz da mitik bir atmosferde insanlığın tarih boyunca üzerinde durduğu belli konulara temas ediyor. Roman M.S. 300 yılına kadar götürüyor okuru ve buradan başlayan hikâye, en temel insanlık durumlarını akıcı bir üslupla ele alıyor. “Roma da ölür. Önemli olan ölmesi değil nasıl öldüğüdür” cümlesiyle, her ne kadar ölümü işaret ediyor gibi görünse de yaşamın doğrudan kendisini anlatıyor Bekiroğlu. Devletlerin sıfırdan inşa edilip yıkıldığı dünyada değişmeyen şey insanlığın durumu oluyor. Savaş, ihtiras, ihanet, mücadele, hırs, vefa, sadakat ve insanoğluna dair daha ne varsa Bekiroğlu’nun kaleminde akıcı bir üslupla okura insanlık tarihine dair geniş bir fotoğraf sunuyor. Bu yüzden yüzyıllar öncesini anlatıyor olsa da roman ilerledikçe bugünün okuru bir yönüyle karşısında kendisini buluyor.

Roman, Roma İmparatorluğu’nun yıkılış arifesinden başlıyor. Darphanede basılan pırıl pırıl sikkelerin arasına karışmış kusurlu biri elden ele dolaşırken okur da o kusurlu sikkenin peşinde efsanevi bir yolculuğa çıkıyor. Her ne kadar tarihi bir roman gibi görünse de Bekiroğlu tarihe farklı perspektiften bakıyor. Roman, yeni tarihselcilik kuramı odağında bakarsak, edebiyat ile tarih arasındaki sınırları ortadan kaldıran; tarih ve kurguyu iç içe sunan; tarihin bir kurgu olarak yapısını değiştiren bir şekilde karşımıza çıkıyor. Bu da tarihe okur odaklı bakma imkânını gündeme getiriyor. Bu yönüyle Bekiroğlu tarihsel anlatının keskin sınırlarını yok ederek onu yeniden yorumladığı romanında üst üste binmiş kurgusal bir dünyada kendi hikâyesini anlatıyor biraz da. Kısacası ‘Kehribar Geçidi’, tarihi kendi sınırlarından söküp alıyor ve bambaşka bir noktada yeniden ayağa kaldırıyor.

Romanın en belirgin özelliklerinden biri kadim dinler ve anlatılarda önemli yeri olan yedi uyurlar hikâyesini gündeme getirmesi. Ancak Bekiroğlu bunu yaparken, yukarıda da vurguladığım gibi, kendi penceresinden tarihe bakıyor ve yedi uyurları doğrudan kitaba dâhil etmiyor. Yedi uyurlar romanın iskeletini oluşturuyor ancak tıpkı tarihte farklı şekillerde yorumlanıp değişik inançlarda kendilerine yer buldukları gibi ‘Kehribar Geçidi’nde de Bekiroğlu’nun bakış açısından okurla buluşuyor. Roma İmparatorluğu’nun zulmünden kaçan bu yedi kişi ve bir köpek (Kehribar) ile birlikte bizler de hem tarihte uzun soluklu bir geziye çıkıyoruz hem de insanlığın kadim sorunlarını bugünden geçmişe bakarak yorumlama imkânı buluyoruz. Bu çerçevede her ne kadar ilk bakışta Roma İmparatorluğu’nun son zamanlarını anlatan bir dönem romanı gibi görünse de ‘Kehribar Geçidi’ bu tarihsel kısıtlamaya sığmayacak kadar derin ve zamanın sınırlarını yıkan bir roman.

Böylesi yoğun bir anlatı, bu kadar hacimli bir roman nasıl oluyor da bir çırpıda sonlanabiliyor? Burada da Nazan Bekiroğlu’nun hakkını teslim etmek gerek. Akıcı ve yalın üslubu sayesinde böylesine incelikli ve derin bir roman bir çırpıda sona ulaşıyor. Karmaşanın içindeki yalınlık, okura önce yolunu kaybettiriyor sonra tıpkı romandaki karakterler gibi ilmek ilmek işlenerek o yol yeniden bulunuyor. Romanda geçen, “Hepimizin edecek ortak bir duası, görülecek rüyası olmalı” cümlesi, belki de bütün okurlar için geçerli. Önemli olan o duaya, o rüyaya ortak olma muradı… ‘Kehribar Geçidi’, böylesi bir ortama davet ediyor işte biz okurları. Öyle bir rüya ki hem çok uzun hem çok kısa. Öyle bir dua ki hem çok yoğun hem çok yalın. Buraya eşlik etmenin yolu da romanın sayfalarını aralamaktan geçiyor. Gerisi bu coşkulu öyküde kendine de bir yer bulacağından emin olduğum okurlara kalmış…