Sabaha kadar düşündüğün gecenin karanlığından tiyatronun aydınlığına, o güne dek hiç dışına çıkmadığın köyünden yirmiden fazla ülkeye, beyazperdeye, kalplerimize yelken açtın Ümmiye Koçak

Gorki'nin 'ana'sı: Ümmi'ye Koçak

ONUR BEHRAMOĞLU / @onurbehramoglu

“Dünyada hiç aşağılanmamış tek bir insan var mıdır acaba?” sorusunu hiç unutmadım, romanı okuduktan yıllar sonra bile…

Gorki’nin Ana’sından söz ediyorum. Turgut Uyar’ın “Ezildik gerçi ama horlanmadık bunu hatırlarsın / mutlaka hatırlarsın bunu” dizeleri, romandaki soruya verilmeye çalışılmış bir yanıt gibi kazınmıştır belleğime. İyi okurlar bilir, kendi aralarında konuşur kitaplar; cümleler dizelerle çarpışır, kucaklaşır. Hem eminim Uyar’ın da Ana’yı aşkla kat ettiğinden. “Bencil ölüm kimseyi alıp gidemezsin / bize mutlaka bir şeyler kalır / kimsenin eskitemediği o şeyler kalır / olgun bir yaz akşamı, bir nasılsın / bir var mısın sabaha karşı” dizeleri, kanımca, romandaki “Her şeyini çekip alamayacaklardı elinden… ona da bir şeyler kalacaktı!” cümlesinin rüzgârıyla yazılmıştır.

İyi kitaplar iyi sorular sordurur insana. Ben hiç aşağılandım mı sahi? Aşağılanmaya çalışıldım, hem de ilkokul öğretmenim tarafından. Küçücük yaşımda ezilmişimdir elbet koskoca öğretmenin ağırlığıyla… ama horlanmadım, izin vermedim buna, direndim. Uzun hikâyedir, belki şiir. Kamçılamış, hırslandırmış, her türlü otoriteye meydan okuyup asla pes etmeme duygusuyla tesellisiz birbaşınalığı getirmiştir bana, başkaldırıyla içe çekilişi. Ya da herkeslerde olduğu üzere bende de nice hal çiçeklenmeyi bekliyordu da, mührü bunlar vurmuştur.

Kısakes Kısa Film Festivali’ndeki açıkhava sinemasında, Ortaköy Yetimhanesi’nin bahçesinde yan yana film izlemeseydim, birçok ülke festivallerinde gösterilip ödüllendirilen filmine, hayata, kendini inşa edip yaratmaya dair sözlerini dinleme şansına erişmeseydim, “Ne zaman ki birisi çıkıp ‘Bunu yapamazsın’ der, işte o zaman insanın içinde bir volkan patlar” dediğini de bilemezdim Ümmiye Koçak’ın. Bende patlayan volkanları filminin her sahnesinde, ışıklar yandığında da gözbebeklerinde gördüm.

“Herkesin çeyizi vardı, benim kolilerle kitaplarım. Bakkal dükkânımızdaki elma sandıklarında bulunan tarihi geçmiş gazeteleri teker teker okurdum. İhtilal oldu, bu kitapları yok et çabuk dedi kaynanam. Herkesi hapse atarmışlar dedi. Eyvahlar olsun, ne yapacağız şimdi? Korktum. Ocağın içine götürdüm, hem ağladım hem yaktım kitaplarımı.” Bunları anlattı, tam da böyle anlattı, tek bir sözcüğüne dokunmadan yazıyorum. İlk okuduğu Gorki’nin ‘Ana’sı imiş, söze onunla başlayarak anlattı. Andrey ne diyordu Ana’ya: “Gerçek insan dediğimiz insanlar, aklı dizginleyen bukağıları parçalayıp atarlar. Bu iş yağmura benzer. Her damla bir tohumu sular. Hele bir okumayı öğrenin.”

Okumayı öğrenmiş, öyküler yazmaya başlamış, patlamaya hazırlanan bir köylü kadını. Çelişkileri gözlemleyen, dayak yiyen komşunun-aşağılanan gelinin-oyuncaksız çocuğun derdine çareler arayan. Yalana, riyaya, sorgulanmadan yaşanan her âna isyan eden, kılıç çeken, karşı koyan. “Kırk beş yaşında hayatta ilk defa tiyatro gördüm. Sabaha kadar düşündüm.” Cümlenin devamını getirmiyor, burada kesiyorum. Yeterince sihir barındırıyor çünkü, dönüp tekrar okusun insanlar istiyorum, kafa yorsunlar; kırk beşinde ilk defa tiyatroya giden bir insanın uyuyamayıp sabaha kadar düşünmesiyle başlar devrim, duysunlar istiyorum bunu, anlasınlar.

Yegor, parmağını yukarı kaldırarak haykırır romanda: “Yaşasın düşünce özgürlüğü! Yaşasın anaların yüreği!” Slogan atmayı sevmem ama slogan sayılmaz ki, düpedüz şiir bu! Aşk olsun büyük Gorki, bize ne cümleler bahşettin; aşk olsun Ümmiye Koçak, şalvarın-başörtünle ne dersler verdin hepimize o akşam! “Köyde sağlık ocağı var, lise var, doktoru hemşiresi var. Bekârsa evleniyor, hamile kalırsa gidiyor, çünkü çocuk bakan yok köyde, bakarsa dedikodu olur. Buna el attım, hemen çocuk bakmaya başladım. Ben bakınca herkes bakar oldu. Bıraktım, temizliğe başladım. Liseyi bitirip üniversiteye hazırlanan kızlar gitmiyorlardı temizliğe, dedikodudan çekinerek… o korkuyu da aştılar.” Liderliği anlattın bize, öncülük etmeyi. Şirket ceo’su denilen acımasız adamların, iktidarın zırhlarını kuşanıp erkekleşmiş kadınların araya İngilizce sözcükler sokuşturdukları palavradan sunumlarıyla kasıla böbürlene bin yılda anlatmayı başaramayacaklarını, “Bu öyle kolaycacık olmadı be yavrum. Hiçbir şey kolay değil” diyerek, annemiz-anneannemiz gibi yumuşacık anlattın.

Sabaha kadar düşündüğün gecenin karanlığından tiyatronun aydınlığına, o güne dek hiç dışına çıkmadığın köyünden yirmiden fazla ülkeye, beyazperdeye, kalplerimize yelken açtın Ümmiye Koçak. Köyden kente gitmek için otobüse ilk bindiğinde duyduğun heyecanı hâlâ telaş telaş anlatsan da, uçakla kıtalar aşıp Vietnam’a kadar ulaştın. “Kimseye yakışmayan bir bezginlik / beyaz bir örtü gibi üstümüzde / daha kötüsü / kırmızı bir örtü gibi.” O kırmızı örtüyü kaldırıp attın üzerimizden, en umutsuz-en yılgın-en karamsarımızı bile ayaklandırdın.

Bencil ölümün bizden alıp götüremeyeceklerini, bize mutlaka kalacak bir şeyleri, kimsenin eskitemediği o şeyleri, olgun bir yaz akşamını, bir nasılsını, bir var mısını sabaha karşı… ve mübarek ellerini… öpüp başıma koyuyorum.