Ankara’daki katliamın ardından gelen yayın yasağını, gazetemiz BirGün’ün de içinde olduğu pek çok yayın kuruluşu tanımadı. Yayın yasağının asıl nedeninin katliama giden yolda devletin ihmal ve sorumluluğunu gizleme olduğu konusunda da yaygın bir görüş birliği var. Zira yasak sırasında, yasağı tanımayan gazetelere yansıyan haberler hep bu doğrultaydı. Yayın yasağının pek de işe yaramadığı görülmüş olmalı ki, geçen pazartesi sessiz sedasız kaldırıldı. Bu tarz yayın yasakları örgütlü karşı direnişlerle aşılıyor, ama bu süreçte özellikle bazı bireylere uygulanan başka bir baskı türü var ki, bu da bir tür yasak. Görünmez olduğu için tartışılamıyor. Bu haftaki Köşe Vuruşu’nda taze bir örnek varken bu konuyu bir ele almak isterim:

Bir röportaj
Ece Temelkuran, Almanya’da çıkan kitabıyla ilgili Alman Deutsche Welle gazetesinden Noyan Er’e röportaj vermiş. Türkiye’nin şu anki durumunu anlamaya dair sözler etmiş. Bu röportajın bir paragrafı pazartesi günü Cumhuriyet, Diken.com.tr gibi bazı yayın kuruluşlarına da yansıdı. Burada Temelkuran’ın söylediği sözlerden biri de “İnsanlar nasıl delirmiyor anlamıyorum”du ki, bu spot Deutsche Welle’deki röportajın da başlığıydı. Ayrıca metinde “insanların öldürülme korkusuyla dışarıya çıkamamalarına” dair bir vurgu vardı.

Tehlikeli çarpıtmalar
İşte bu haber, Ak Gazete Türkiye, Komplo Haber gibi internet sitelerinde Almanlara dert yandı “Türkler sokakları yakıp yıksın”, “Ece Temelkuran halkı isyana teşvik etti” şeklinde çarpıtılarak yayınlandı. Buralardan haberi çeken Akit gazetesi ve türev internet sitelerinin manşetlerinde de “Türkler sokakları yakıp yıksın” vurgusu ön plandaydı. Takvim de “sokak çağrısı yaptı” diye altını çiziyordu.

Başka tür bir yayın yasağı
Bu tarz tehlikeli çarpıtmaların ve yalanların ilki değil bu. Önceden bu çarpıtmaları, yapanların ekmeğini yağ sürmemek, rezilliklerini köpürtmemek için görmezden gelmenin en doğrusu olduğunu düşünürdüm. Ancak görülüyor ki, bunlar sistemli. Birkaç kaynaktan çıkıp troll maması olarak servis ediliyor. Azıcık zekâsı olan bir insanın bunların yalan olduğunu anlaması saniyeler alır. Mesele o değil zaten. Mesele hâlâ konuşabilen insanları “aman başıma dert almayayım” diye susturmak. Bir Memet Ali Alabora’nın lafını çarpıtıp linç edersin, bir daha kolay kolay hiçbir oyuncu toplumsal meseleler hakkında laf etmez. Bir Ece Temelkuran’ı çarpıtırsın, bir daha herhangi bir yazar röportaj vermeden önce iki kere düşünür. Ahmet Hakan’a yapılan saldırı ha keza. Tümünün verdiği mesaj açık: Mesele Alabora, Temelkuran, Hakan meselesi değil. Bu da bir çeşit yayın yasağı. Yayından sonra değil önce uygulanıyor ve otosansür baskısı yapıyor. Bu yüzden meseleleri kişiselleştirmeden bu tarz olayları teşhir ve en az bu çarpıtmaları yapanlar kadar örgütlü geri püskürtmek gerektiğini düşünüyorum. Kimse kendini bu örgütlü kötülük karşısında yalnız hissetmemeli.

***

‘Sperm yüklemesi’yle kişilik değiştirmek
Star yazarı Ahmet Taşgetiren, “Kürtler Marksizm Leninizm spermi yüklenmiş varlıklara dönüştürülmek isteniyor” diyerek bilim kurgusal bir analiz yapmış. Tespitin saçmalığı bir tarafa “neden sperm yüklemesi?” oraya takıldım ben. Gen aktarımı falan dese en azından işin bilimsel kısmı konusunda bir tutarlılık olacak ama nerde? Vekili “sünnet kontrolünde”, yazarı “sperm yüklemesi” analojisinde. Akıllar hep oradan sinyal veriyor nedense.

***

TÜBİTAK araba fabrikası mı?
Sabah yazarı Emre Aköz, “yerli otomobili kim itecek?” diye sormuş. İlk bakışta “yokuştan aşağı vurdururuz” demek geçti içimden ama kendisi daha ziyade yakıt türünü sorguluyor. Benim bu tartışmanın başından beri aklımdan olansa şu: Kağıt üzerinde de olsa bir bilim kuruluşu olan TÜBİTAK neden icat edilmiş bir şeyi yeniden icat etmeye çalışıyor? Bence buradaki asıl gazetecilik sorusu bu. Uçan Araba icat etse hayranlıkla konuşalım, ama zaten olan bir şeyin yerlisini yapmaya çalışmak bilim üretmek mi oluyor? Hani defans oyuncusu kale çizgisinden geçtiği aşikâr olan topu bir umut ileriye vurur ya, o minval bir tribüne oynama çabası.