Oscarlar Birdman’in (Cahilliğin Umulmayan Erdemi) zaferiyle bitti. Film, en iyi erkek oyuncu Oscarlı ‘Her Şeyin Teorisi’yle birlikte vizyonda

Gösterişçiliğin umulan başarısı

Ben Boyhood’un kazanmasını tercih ederdim. Ama Birdman de sonuçta American Sniper’ın yanında ehveni şer sayılır. Şer derken, abartmayalım, kötü bir film değil Birdman. Oyunculuklar çok iyi bir defa. Görüntü yönetimi çok iyi. Müziği bir Hollywood filmi için orijinal. Ama Birdman oldukça yüzeysel bir film aynı zamanda. Inarritu’nun diğer filmlerinde de aynı duyguyu yaşamışımdır. Şok etkisini ya da kurgusal cambazlıkları falan çıkarınca elinizde gayet vasat bir öykü, derinliksiz karakterler kalır. Bu kez de durum farklı değil.

Tek planmış gibi...
Birdman, Hollywood’un bencil, acımasız, rekabetçi, narsisist ve de hatta şizofren yıldız eskilerine bir güzelleme. Hollywood’da bazı yıldızlar yaşlanınca kırpılıp kırpılıp Broadway oyuncusu oluyormuş. Baş döndürücü temposu, hiperaktif kamerası ve oyuncularıyla Birdman seyircisini ambale etmeyi hedefliyor sanki. Baş dönmeniz geçince pek de dişe dokunur bir hikâye izlemediğinizi fark ediyorsunuz. Filmin büyük bölümünün tek planmış gibi olduğunu da belirteyim. Yani sanki hiç kesintisiz akıyor gibi film. Ama tabii öyle değil işin aslı.

Konu kısaca şöyle: Riggan (Michael Keaton) Birdman adlı süper kahraman filmleriyle ünlenmiş 60’larında bir Hollywood yıldızıdır. Birdman filmleriyle popüler olmasına ve cukkayı doğrultmasına rağmen prestijli bir oyuncu olamamıştır. Ayrıca yaşlandığı için ünü de sönmektedir. Riggan hem prestij kazanmak hem de yeniden adından söz ettirmek için parayı bastırıp Broadway’de bir oyun sahnelemeye kalkar.

Bu sırada en az kendisi kadar bencil, riyakâr ve acımasız başka oyuncularla (başta Edward Norton’un canlandırdığı Mike Shiner olmak üzere) istişare eder, kızı Sam’le (Emma Stone) dalaşır, eski karısıyla kavga eder, donla sahneye çıkar; ya geri zekâlı ya ukala dümbeleği ya da kaleminden kan damlayan eleştirmenlere kendini beğendirmeye çalışır, filan falan.

Oyunculara değinenler
Bu yıl yaşlanan oyunculara değin birkaç film gördük, en iyisi Assayas’ın “Sils Maria”sıydı. Birdman, o filmle birçok açıdan akrabalık taşıyor ama o kadar iyi değil. İki film de Hollywood blockbuster’ında oynamanın prestij kaybetmek demek olmadığını farklı biçimlerde gösteriyorlar. Birdman’in sorununu filmde geçen bir diyaloğa gönderme yaparak anlatmaya çalışayım. Mike Shiner’ın oyunda yer almak istediğini duyduğunda Riggan’ın avukatı ve yapımcısı sevinçten uçuyor ve eleştirmenlerin Mike Shiner’ı “yüzüne boşalmak isteyecek kadar çok sevdiklerini” söylüyor. Demek ki Amerika’da eleştirmen-oyuncu ilişkisi böyleymiş, seven eleştirmen sevdiği oyuncunun üstüne boşalmak istermiş. Valla Inarritu da bizi, eleştirmenlerin Mike Shiner’ı sevdikleri gibi seviyor galiba. Filmi seyrettikten sonra hem eleştirmen hem de seyirci olarak kendimi, Inarritu’nun “sevgi gösterisine” maruz kalmış gibi hissettim. Ama içimden hiç de “yarabbi şükür” demek gelmiyor. Daha çok, çokbilmişliğin ve gösterişçiliğin erdemli bir şey olmadığını söylemek isteği duyuyorum.

***

Bu film üzerine yazmaktan kaçınmıştım. Şimdi bir Oscar ödülü de alınca yazmaya karar verdim. Etkileyici temposu, müziği ve oyunculuklarıyla filmin etkisi altına girmesine girmiş ama sonunda fiziksel şiddet de içeren faşizan bir eğitim modelini yücelttiğini düşünmüştüm. Sonra bu düşüncemden emin olamadım. Hâlâ filmin çok sorunlu bir hikâyesi olduğunu düşünüyorum. Bir defa gencimizle öğretmeninin yeniden buluşmasından sonra yaşanan hiçbir şeyi inandırıcı bulamıyorum. Peki bu final bölümü fantezi mi? Onu da söylemek zor. Öğretmenin, öğrencisini rezil etmek için kendisini de rezil etmeyi göze alması olacak şey değil. Mükemmeliyetçi öğretmeninin kendisini bu konsere çağırmasına, öğrencinin inanması mümkün değil. Peki, o zaman bu bölüm fantezi mi? Öğrencinin kafasında filan mı yaşanıyor? Ona yönelik bir işaret de yok. Bu bölümün fantezi koktuğuna bir tek Mehmet Açar’ın değindiğini gördüm.

Peki, bunu boşverelim, gencimiz ne öğrendi bu süreçte? Ne oldu da, başarıyı yakaladı? Yılmamayı mı öğrendi? Hıncal Uluç’un dediği gibi, başkalarıyla rekabet etmeyi değil de kendini aşmayı mı öğrendi? Ya da asıl hikâye müzikten çok baba figürleriyle bir hesaplaşma mıydı? Gencin gayet mülayim, gayet eşitlikçi, gayet barışçı bir babası var. Fakat belli ki bu baba figürü genç davulcuya yeterince erkeksi gelmiyor. Onu kendisine örnek almıyor. Onun bir alfa erkek modeline ihtiyacı var. Onu da okuldaki davul hocasında buluyor. Öğretmen tam anlamıyla sürünün lideri, tam anlamıyla alfa erkek. Genç davulcu da onun gibi bir erkek olmak istiyor. Finalde öğrendiği belki de bu erkek modelini pek fazla takmamak, ondan korkmamak gerektiği. Belki de genç davulcu, kendisini de pek takmamayı öğreniyor. Kastre edilmişliğini kabul mu ediyor, baba figürüyle rekabeti mi bırakıyor? Her halükârda kafamı bu kadar meşgul ettiyse, belki de bu filmi takdir etmem gerekiyor sadece.

***

‘Aşk Başkadır’: Bazen Sevgi Vardır

Ira Sachs’ın adını ilk kez Sundance’te en iyi film ödülünü kazanan Mavinin Kırk Tonu (2005) adlı filmiyle tanıdım (evet Gri’den önce Mavi vardı). O zamandan beridir de yönetmenin kariyerini keyifle izliyorum. Son filmi 'Aşk Başkadır' da beni hayal kırıklığına uğratmadı. Biraz Mike Leigh’nin 'Another Year' filmini hatırlayarak izledim ‘Aşk Başkadır’ı. Bu iki filmin ortak özelliği ender bulunan bir şeyi, birbirini seven çiftleri ikna edici bir şekilde anlatabilmek. Birbirini seven çift denince akla pek sanat filmi gelmez. Ya romantik komedi olur, ya gençlik filmi. Aşk Başkadır ise yaşlı bir eşcinsel çiftin hikâyesini anlatıyor. İki insan bu kadar da iyi anlaşır mı dedirtmiyor değil film bazen. Üstelik de oldukça zor bir dönemden geçiyor çiftimiz. İşsiz ve dolayısıyla evsiz kaldıkları bir dönemi de anlatıyor. Başkalarının evinde kalmak zorunda kalan çift, yine de ne kendilerine ne de birbirlerine saygılarını yitiriyorlar. Hem içinizi ısıtan, hem de hayatın acımasızlığına değin düşündürten güzel bir film “Aşk Başkadır”. Bir haftada vizyondan kalkar; bu hafta izlediniz, izlediniz, yoksa kaçar.