Gotik romanın kadın yazarları

NESLİHAN CANGÖZ

Gotik edebiyat Avrupa’da, özellikle İngiltere’de 18. yüzyılda ortaya çıkmış ve Horace Walpole (Otranto Şatosu -1764), William Beckford (Vathek, Bir Arap Hikâyesi-1786), Ann Radcliffe (Udolf Hisarı-1794), Mary Shelley (Frankenstein ya da Modern Prometheus-1818), Bram Stoker (Drakula-1897) gibi yazarlar ve eserleriyle oldukça popüler hale gelmiştir. Bu tür, ortaya çıkışından itibaren popüler kültüre dâhildir ve tam da bu nedenle edebiyat eleştirmenleri, akademisyenler gotik edebiyatı yazınsal anlamda değersiz bulur ve dolaptaki iskelet muamelesi yaparlar. Tıpkı polisiye ve bilimkurguya yapılanlar gibi. Bu kısa yazıda benim amacım ise gotik edebiyatın neden incelenmeye değer olduğunu veya özelliklerini tartışmaktan çok, zaten kanona dâhil edilmeyen gotik edebiyat türünde yazarak çifte görünmezlik kazanan (!) bir kadın yazara, Ann Radcliffe’e (1764-1823) dikkat çekmek.

The Castles of Athlin and Dunbayne, A Sicilian Romance (Sicilya’da Bir Aşk Hikâyesi) (Udolf Hisarı), The Italian ile Gaston de Blondeville adlı romanları bulunan ve Korkunun Kraliçesi (The Queen of the Terror) adı verilen Radcliffe, zamanının çok satan yazarlarındandır. En bilinen eseri The Mysteries Of Udolpho’dur. Kendine has bir stili vardır ve türün gelişmesinde ve devamlılığında etkisi büyüktür. O güne değin gotik kurgunun ana kahramanları erkek ve yan kadın karakterler ya çaresiz, zayıf bakireler ya da şeytanla işbirliği yapan korkunç cadılar iken, Radcliffe’in esas kahramanları kadınlar olmuştur. Romanlarında, zalim, korkutucu bir erkeğin tehdidi altındayken uzun zamandır kayıp annesini arayan genç kadın kahraman figürüne sıkça rastlanır. Gerilimin ve korkunun hiç eksik olmadığı romanlar, iyilerin kazandığı, kötülerin cezalandırıldığı bir mutlu sonla biter. Hikâye genellikle sarp dağlar, karanlık koridorlu kaleler, dehlizler, sık ormanlar ve uzak diyarlarda -mesela İtalya- geçer. Eh, ne de olsa İtalya 1700’lü yıllar için yeterince uzak ve egzotik bir ülkedir.

Ann Radcliffe’in gotik romanlarında doğaüstü sandığımız öğeler, sonunda mantıklı açıklamalarla bizi görünen dünyaya geri getirir. Örneğin Udolpho’nun Gizemi romanının kahramanı Emily, anne ve babasının ölümünün ardından teyzesi ve romanın kötü karakteri olan eşi Montoni tarafından Udolpho şatosuna hapsedilir ve burada elinde hançerle kilitli odaya giren gölgeler, gaipten gelen müzik sesleri, aniden sönen mumlar, hayaletler gibi akılla açıklanamayacak olaylarla karşılaşır. Ancak, romanın sonunda doğaüstü gibi görünen tüm bu olayların bu dünyaya ait ve mantıklı bir açıklaması olduğu anlaşılır. Bu nedenle, Radcliffe’in romanları 'açıklamalı doğaüstü' ya da tekinsiz fantastik sınıfında değerlendirilir. Dönemin diğer gotik romanlarında ise şeytanlar, iblisler, hortlaklar gerçekten vardır! İşte bu fark gotik romanların incelenmesinde sıkça kullanılan korku ve dehşet ayrımının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bülent Somay’a göre Ann Radcliffe’in yapıtları yayımlandıkları dönemde fazla evcil bulunarak şiddetle eleştirilmiştir. Marquis de Sade, Matthew Lewis’in Keşiş adlı yapıtını “her açıdan Bayan Radcliffe’in parlak muhayyilesinin uçuşlarından daha üstün” bulurken, Sir Walter Scott “Bayan Radcliffe’in tanıttığı hikâyenin mistik ve olağanüstü olayların tümünün çok basit ve doğal nedenlere bağlanarak sonuçlandırılması tarzını hiç onaylamıyoruz” diye yazmıştır. Radcliffe ise 'On the Supernatural in Poetry' adlı makalesinde bu eleştirilere “Korku (terror) ve dehşet (horror) zıttırlar; birincisi ruhu genişletir ve [ruhun] melekelerini yüksek bir yaşam derecesine çekerek uyandırır, diğeri ise bunları büzüştürür, dondurur ve neredeyse yok eder…ve dehşet ile korku arasındaki büyük fark, birincisinin o dehşet verici (dreaded) şer karşısındaki belirsizliğinde ve bulanıklığında değilse nerededir?” diyerek cevap vermiştir.

Radcliffe’in bu makalesi aslında ölümünden üç yıl sonra yayınlanan Gaston de Blondeville (1826) adlı romanının sunuş bölümüdür ve iki erkek gezginin Shakespeare’in anayurdunda yaptıkları seyahat esnasında aralarında geçen konuşmalar olarak kurgulanmıştır. Radclifffe’in Shakespeare’in gotik yazının öncülü olduğunu öne sürdüğü bölümde yazdığı bir cümle dikkat çekicidir: “gerçek cadılardan bahsediyorum-şairin cadılarından; korkuya ilişkin tüm duygularımız ve fikirlerimiz bununla uyumlu olarak gelişmiştir.” Bence Radcliffe de dönemin gotik yazınının cadısıdır. Kadınların yalnız yürümesinin dahi hoş karşılanmadığı bir dönemde (Udolpho’nun Gizemi’nin 1794 yılında yayımlandığını akılda tutarak) Radcliffe’in roman kahramanı Emily İtalya’ya seyahat eder ve yalnız olsa asla yapmayacağı şeyleri kötü karakterlerle mücadele etmek için uzak bir ülkede yapar. Kaldı ki Radcliffe’in Udolf’’u yazdığında, bırakın İngiltere’nin dışına çıkmayı, Londra ve Bath’ın dışında bir şehre gittiği bile şüphelidir. Roman kahramanı Emily ise Alp Dağları’nı tırmanan, düşmanlarla kuşatılmış ormanların derinliklerine giren, şatoda gizli odalar bulan, karanlık dehlizlerden kurtulan, diğer bir deyişle, harekete geçen, karar alan ve mücadele eden bir kahramandır. Ellen Moers’in Literary Women adlı çalışmasında belirttiği gibi, “Radcliffe için gotik roman, genç kızları, kurallara karşı çıkmalarını gerektirmeksizin uzak yerlere, heyecanlı yolculuklara göndermenin bir aracıdır… [G]otik roman Radcliffe’in ellerinde pikareskin dişil alternatifi olmuştur” (126).

Radcliffe’in, 18. yüzyılda hem cinsiyeti hem de ait olduğu sınıf itibariyle seyahat etmesi çok zor olduğundan, şahane İtalya tasvirleri için erkeklere ait seyahat kitaplarından, Salvator Rosa, Claude ve Gaspar Poussin gibi ressamların tablolarından ve tiyatro oyunlarının dekorlarından yararlandığı biliniyor. Aynı nedenlerle kendisi gibi seyahat edemeyen kadın okuyucuyu romanlarında yepyeni bir deneyimi paylaşmaya davet etmiştir Radcliffe. Onun gotik romanlarında seyahat egzotik bir ülkede, açık alanda, müthiş manzaralar eşliğinde yapılan mutluluk verici bir deneyimdir. Üstelik bu, sadece okuyucu için değil, diğer yazarları da etkileyecek bir yenilik olmuştur. Pek çok kadın yazar, hayatlarındaki sınırlamaya benzer türde romanslarla cevap vermiştir; romanların sadece isimlerine bakmak bile yeterlidir: The Wanderer (Gezgin-Fanny Burney), Lettres d’un Voyageur (Bir Gezginden Mektuplar-George Sand), The Wide Wide World (Uçsuz Bucaksız Dünya-Susan B. Warner) gibi.

Diğer taraftan, bu dönemde bir romanın kadın kahramanı ancak kapalı kapılar ardında seyahat ederek yani kalenin, evin, manastırın, şatonun içinde gezerek cesur ve özgür olabilir, daha önemlisi saygın kalabilirken, Radcliffe’in ağırbaşlı kadın kahramanları her nerede olursa olsunlar hanımefendiliklerinden hiçbir şey kaybetmezler. Mesela çok ani ve tehlikeli bir yolculuğa çıkarken yahut kaçırılırken dahi hanım hanımcık bir İngiliz kızı gibi yanlarına birkaç kitap, çizim materyali, bir müzik aleti (örn. Emily lut çalar ve lutunu yanından ayırmaz) almayı başarırlar! Bir kulenin tepesinde kasvetli, hayaletli bir odada kilitliyken “…küçük kitaplığını düzenler…kalemlerini çıkarıp penceresinden görünen görkemli manzarayı çizme düşüncesinin verdiği mutlulukla sakinleşir.” Bir başka bölümde Emily kalenin dar merdivenlerinden uçarcasına inerek, dehlizlerden geçerek kaçar, geceyi dağlarda geçirir ve sabahın ilk ışıklarıyla bir köye varır ama köylülerle ilk karşılaşmasında “görünüşü şaşkınlık uyandırır.” Emily’nin şapkası yoktur.” Neyse ki sonraki sayfada Emily’nin bu acil durumla başa çıkmak için bir hasır şapka alıp taktığını öğrenir ve rahatlarız. Ayrıca biliriz ki usturuplu kıyafetler, konuşma ve davranışların yanında hanımefendilik kitinin en önemli parçası edeptir ve Radcliffe, Emily’yi babasının öğütleriyle uyarır: “Sevgili Emily, sokulgan, tatlı gönlünün romantik hatalarına, ince duyguların gösterişine boyun eğme…Duygusallığın zarafeti ile övünmekten kaçın…Duygusallığına olan direncinin ne kadar değerli olduğunu her zaman hatırla.” Kız kardeş Laurentini de yine ölüm döşeğinde babanın tavsiyelerini “tutkunun ilk hazzına karşı uyanık ol…Onun akışı çok hızlı, gücü kontrol edilemez” diyerek daha açık bir biçimde yineler.

Radcliffe’in hayatına ve kişiliğine dair bilinenler çok sınırlı. Hatta kendisi de bir şair olan Christina Rossetti, Radcliffe’in biyografisini yazmak istemiş ancak materyal eksikliği dolayısıyla vazgeçmek zorunda kalmıştır. Moers’ten öğrendiğimize göre, Radcliffe bir gazeteciyle evlenmiştir, çocuğu yoktur, utangaçtır, bir kadın ve yazar olarak da saygınlığı hususunda çok hassastır. Bu aşırı hassasiyetinin sebebi, Moers’e göre, muğlak sosyal pozisyonudur (134). Radcliffe’in babası küçük bir dükkân sahibidir ama dönemin en aristokratik ürününü, yani Wedgwood porselenlerini satar. Moers’in görüşüne tamamen katıldığımı söyleyemem. Bu hassasiyetin, sınıfsal pozisyonundan çok, tıpkı kendisinin faziletli, ağırbaşlı, kibar kadın kahramanlarında olduğu gibi 18. yüzyılda yaşayan genç kadınların korkularından, yani şimdi olduğu gibi yeterince iffetli olamama ve kadınlığın “saygın” sınıfına ait iken bir alt sınıfa (mesela hafifmeşrep) kolayca kayıverme tehlikesinden kaynaklanması daha muhtemel görünüyor. Üstelik Radcliffe’in, yazın dünyasında bir kadın yazar olarak varolması yeterince güç ve yazarlığın saygınlığına gölge düşürebilecek bir uğraş iken -sürekli karşılaştırıldığı dönemin erkek yazarlarının eserleri müstehcenlik sınırlarını zorlasa bile- roman kahramanlarını 'saygın hanımefendiler' olarak kurgulamasını anlaşılır buluyorum.

Radcliffe sadece 32 yaşındayken aniden yazmayı bırakır. 'Gizemli' bir yazar olduğundan, hakkında çok tuhaf söylentiler çıkmış tır: Devrim sırasında Paris’te ajan olarak çalıştığı ve yakalandığı yahut olağanüstü hayal gücünün onu delirttiği ve bir akıl hastanesine kapatıldığı, göreceği kâbusları romanlarında kullanmak için uykudan önce çiğ et yiyip yattığı gibi. Bu söylentilerin doğruluğu kanıtlanmış değil ama son romanı The Italian’ın (1797) yayınlandığından itibaren sessizleştiği biliniyor. Bitmeyen hırslı küçümsemelere, alaylara, popüler parodilere sekiz yıl dayanması ve son romanının da durumu iyileştirmediğini görmek yazmayı bırakmasında etkili olmuş olabilir. Bu arada, Jane Austen’ın Northanger Manastırı (1803) adlı romanının da Radcliffe’in eserlerinin bir parodisi olduğunu söyleyelim. Londra belediye başkanının oğlu ve kendisine Otranto Şatosu’nun tıpkısını yaptıracak kadar zengin olan Walpole veya yine soylu, İngiltere’nin Lahey büyükelçisi, İtalya’da, Fransa’da değerli sanat eserleriyle dolu şatoları olan Lewis gibi, gotiği gösterişli bir biçimde yaşayan çağdaşı erkek yazarların aksine Radcliffe evinde sessizce yaşıyordu.

Yaklaşık 250 yıl sonra hâlâ Ann Radcliffe ve eserleri romansı, gotik yazını veya tarihi kurguları küçümseyici imalarla eleştirmek için hedef tahtasına konulabiliyor, edebiyat tarihinde, gazetelerde, ansiklopedilerde değersiz bulunmaya devam ediliyor. Ama diğer yandan kitapları da hâlâ basılıyor, çevriliyor ve okunuyor. Gotik yazın ve Ann Radcliffe’in eserlerinin değersizliği üzerine sayfalarca yazan Mina Urgan’ın bile Byronvari kahraman tiplemesini edebiyata kazandırdığını belirttiği, kahramanlarına ve okuyucularına daha önce olmadığı kadar bağımsızlık ve özgürlük sunan ve gotik yazını hem kendi döneminde hem 21. yüzyıl Neo-Gotik yazınında dahi bolca taklit edilecek biçimde değiştiren bu yazara özür ve saygı borçlu olduğumuzu düşünüyorum.