Ukrayna’da kar yağıyor, durmadan yağıyor, hava soğuk. Ukrayna’nın seçilmiş başkanı muhafazakârdan öte, neo Nazilerle iş birliğinden bugüne kadar politik kâr devşirmiş Zelenski de hayal kırıklığı yaşıyor.

Göz de susar dememiş miydin sen...

Sivillerin en masumu olan çocuklar, sonra her türlü zorluğa, cefaya katlanmayı kader bilen kadınlar, “korunacak ne kadar çok şey varmış”ın altında ezilen erkekler ve nihayet savaşa, ateş hattına sorgusuz sualsiz sürülen askerler geliyor aklıma. Onları anlayabildiğimi, kederlerine katılabildiğimi, kaderlerini paylaşabildiğimi sanmıyorum. Yine de yüzümde nefeslerinin izi var. Adını hep duyduğumuz nefesini arada bir hissettiğimiz, üzerinde kaygısızca konuşup ahkâm kestiğimiz savaş ansızın bastırdı. Yok, ansızın değil aslında, yavaş yavaş, kışkırtıcıların çağrılarıyla, davulcuların gürültüsüyle geldi.


Biz hep yaşamdan yana olanlar yani, müthiş insani olan, baş edilmez iyimserliğimizle her yerinden sızdıran barışımıza toz kondurmadık. Aslında o yaralı barış bizim rahatımızdı; uykumuz, rüyamız, var sandığımız hayalimizdi. “Yok, çıkmaz savaş falan, deli mi bu insanlar, bu politikacılar akıllarını yitirmiş olabilirler mi?” diyorduk. Oysa aklın ve politikacının bir araya geldiği nerede görülmüş. “Onlar diyordu komşum, büyük sayılarla konuşurlar, insan ya da insanlar, kayıp ya da kayıplar birer sayıdır onlar için.” İnanamadık kısacası. Doğrusunu isterseniz yüzümüzde beliren eskiden kalma hep küçümsediğimiz bir izdi. Ne zamana kadar biliyor musunuz, duvar üstümüze yıkılana kadar. Hangi duvar deme bana, duvarlar insanları korur ve hapseder, yaşatır ve öldürür; o duvar işte.

“Yüzümde eski nefeslerden kalma bir iz / duvara bakıyorum gölgelerin oynaştığı duvara / hep ordaydı gitti mi şimdi kim bilir /neden terk etti yıkılmıştır belki de o dört duvar /acıyla bakıyorduk utanarak biraz da gizlice /unuttuk böylece ölüm nedir nasıl neden /nerden geliyor o gürültü, o tarraka, o ışıklı ölüm”
Dört duvarın yıkıldığını gördük bu arada; başımıza yıkıldı ve toz toprak altında kaldık, ölüm hemen yanı başımızdaydı. Ölümün kara yüzüne bakarken, unutulmaması gereken ne varsa hepsini unuttuk; beynimizde uçuşan sorularla öylece kalakaldık. Kara ölümün ışığı birden parladı, biz de öylece yitip gittik silahların gürültüsünde. Ne yapılabilirdi bilmiyorum, ne yapılabilir bilmiyorum hâlâ, kim bu belanın sahibi? Gülüyor sığınağımızda hemen yıkık duvarın dibinde uyuklayan arkadaşım. “Sensin diyor, biziz, uykumuz vardı hep anımsamıyor musun? Ne güzel uyuyorduk, olup bitenlerin, olup biteceklerin gürültüsüne karşı yumuşacık yastıklarımız ne kadar rahattı, o karanlık içinde ne güzel rüyalar gördük hatırlasana.”

Hatırlıyorum. Uyku güzeldir. Nasılsa bir gün bitecek ömrünü dilediğin gibi yaşama fırsatı sunar sana. Dünyanın sıkıntısını hiç değilse bir süreliğine unutursun. Uyursun, duymak istemediğin sesler usulca uzaklaşır senden. Peki biz ne yapıyoruz burada öyleyse? Kaçıyoruz. Savaştan, silahların ateşinden, ölümün göz kamaştıran ışığından. Kaçabilir miyiz ki, dışarda savaş yok mu? Var ama biz buradayız. Şimdi sen kulaklarını tıka, gözünü de sustur. Çünkü çok inatçıdır o.
“Gözlerimizi kapatıyoruz işte göz de susar nedir ki /görmeyince ateşin alazını çocukların üstünde /düşen geceyi, parlayan yıldızları karanlığa gömeriz /gömeriz kendimizi de görmüyoruz ya işte o zaman /kendimizi de ölümlerle birlikte savunarak savaşarak /duvar yıkıldı duvar, duvar üstümüzde toz toprak /tamam ama neden susmuyor o gürültü, o telaş, o ışıklı ölüm.”

Yok saysak yok olsa

Böyle mi kurtulacağız? Neden olmasın, kulağını kapat, gözünü sustur, ateşin yalımı yüzünü yalayıp geçer, çocukları da uyuturuz, görmemek iyidir; “gece düştüğü zaman yıldızları da karanlığa gömeriz” diyor ya şair, belki alay ediyordur ama olsun, biz biliyoruz, görmeyince gerçeğin yok olduğunu söyleyen yeni felsefeler, algıların dünyasında bize huzur vadeden teoriler, uykuya methiye düzen, gece inince bizi metaverse'in hayal dünyasında eğlenceye çağıran, savaş gerekiyorsa bize onu zararsız bir oyun halinde sunan, zaferi garanti eden virtüel gerçekçiler, artırılmış gerçeğin muhafızları, post truth kalpazanları var işte. Kulağını tıkayacak son moda ve modern kulaklıklar yok mu, gözleri susturmanın araçlarını, seni hayal dünyasına taşıyacak gözlükler icat edileli epeyce olmadı mı? Uyuruz işte hep birlikte, çocuklarla, kadınlarla. Ya üstümüze düşerse ölüm, ya susturamazsak gerçeğin inatçı peygamberlerini. O kadar karamsar olmayın mı diyor bize şair? Bilmiyorum ki… Yok hayır sanmıyorum, korku büyüyor içimde, çocukların, kadınların kimseyi kurtaramayan erkeklerin korkusu.
Hayal hayaldir, rüya yalnızca rüyadır, gerçek ise yakıp geçiyor. Sert bir bomba, ölümle yaşamı ansızın buluşturan gerçek, kendini satışa çıkarmayan hakikat. Öyleyse başımızı rüyaların renkli âlemine boşuna mı gömüyoruz. Evet, boşunadır, çünkü gerçek acı ve katıdır, sen onu değiştirmeyi beceremediğin sürece hükmünü bildiği gibi yürütür. Biliyorum şimdi içinden ya da biraz cesaretin varsa yüksek perdeden, “bırak bu eskimiş mavalları, dünya değişti, gerçek gerçek olmaktan çıktı, artık gerçeği kendimiz belirliyoruz” diyorsun. Ama öyle değil işte. Bak bu savaş, bu içinde ölüm taşıyan bombalar, alev kusan tanklar, süpersonik uçaklar senin o hayal dünyanı da dağıttı, anlamsızlaştırdı. Artık senin sanal dünyana kaçıp kurtulmak mümkün değil. Ama sen yine de umudunu yitirme, çünkü insanlar acı gerçeklerden uyuyarak kurtulmak isterler.

Öfkesi hiç bitmez

Ukrayna’da kar yağıyor, durmadan yağıyor, hava soğuk. Ukrayna’nın seçilmiş başkanı muhafazakârdan öte, neo Nazilerle iş birliğinden bugüne kadar politik kâr devşirmiş Zelenski de hayal kırıklığı yaşıyor. Emperyalistlere güvenmişti. Rusya saldırırsa Ukrayna’yı koruyacaklardı. Olmadı, başta güzel Kiev, Ukrayna’nın kentleri, kasabaları harabeye dönmek üzere. Putin ise hâlâ savaş demediği saldırısının haklılığını anlatırken, “ulusların kaderlerini tayin hakkını” savunan Lenin’e duyduğu öfkeyi dillendiriyor. Ukrayna o yıllarda Lenin’den ayrılma hakkından ve birlikten yanaydı, şimdi uzaklaştı iyice, ona kızıyor Putin.
Savaş kötüdür ama sonunda biter, bitmesi zorunluluktur. Çünkü bir icmal yapmak, kazananı kaybedeni netleştirmek, kimin payına ne düştü bilmek gerekir. Sonra harabelerin temizlenmesi, her şeyin yeniden inşa edilmesine gelecektir sıra. Yıkarken kazanan emperyalist, yaparken de kazanacaktır. Biz ise hâlâ savaşın ağır yükünden nasıl kurtulabileceğimizi, onu nasıl görmezden gelebileceğimizi tartışıyor, bir çıkış yolu var mı ona bakıyoruz. Savaş bütün ağırlığı ile çullandığında teslim olma eğilimi ağır basmaya başlar. Sığınaklarda yaşamı savunmaya, ayakta kalmaya çabalarken bu teslimiyetin bu boş vermişliğin, bu tevekkülün kaynağını bulmaya çabalarız. Sonra yaşamın bulunduğu her yere saldıranlara karşı çaresiz kalır, geriye yalnızca çocukları korumanın tek çıkış yolu olduğunu anlarız. Çünkü biz artık geçmişe karışmaya başlıyoruz ama çocuklar gelecektir. Bitmeyen korkuyu anlatmak için yazdığım şiirlere “düz mü bunlar?” diye sormuştu sevgili dostlarımdan birisi. Düzdür, dümdüzdür, düpedüzdür, “göz de susar” diyen yenik isyanın şiiri başka nasıl olsun?

***

“Rahatız şimdi boş verdik her yerden geliyorlar çünkü / doğudan batıdan kuzeyden ama niye içimizden /bıraktık bu nedenle haklıyı haksızı /çocuklar yalnız kalacak mı diye bir korku /incecik nefesin izi yüzümüzde / yok kalmaz götürür onu da unutuşun savrulan rüzgârı / iyi peki tamam ama nerden geliyor, neden susmuyor / o telaş, o gürültü, o ışıklı ölüm neden

Kulak duymaz göz de susar dememiş miydin sen…”