Yirminci yüzyılın son yazında Kaş’tan Adrasan’a gidiyorduk. Otomobili ben kullanıyordum ve tam Finike’den geçerken arkadaşım Alp “Moruk, Kuzey Avrupalı bir turistin gözüyle şuraya bak, ne düşünürsün?” diye sordu. Soruyu ciddiye alıp turist gözüyle ilçeye baktım. “Valla bana ilginç ve güzel gelirdi herhalde,” dedim. “Kuzey Avrupalı bir turistsem büyük ihtimalle kibar bir kibirle dolmuşumdur. Türkiye’yi deve sırtında gezenlerin ülkesi olarak filan düşünüyorumdur. Bak ne güzel kasaba, insanlar ağaç altında içkilerini içiyor, gençler kaykayla turluyor, hava sıcak, her yer yeşil… Kuzey Avrupalı turist gözüyle bakarsam, baya severim burayı.”

Alp, Trash ve Death Metal arasında müzik zevki olan, Barış Manço’ya benzeyen ama sentez filan sevmeyen, gençliğini Avrupa’nın batakhanelerinde geçirmiş kara ağırlıklı anarko komünist bir kardeşimizdi. Muhtemelen benim “Kuzey Avrupalı turist bu çarpık binalara, bozuk yollara bakıp tiksinirdi buralardan” gibi bir yanıt vermemi bekliyordu. Sözlerim hoşuna gitmeyince bir süre sustu ve sonra yıllar boyu dalgasını geçeceğimiz bir laf söyledi: “Başlatma ulan turistin gözüne, kendi gözünle bak.”

O dönemde bilgisayar oyunu tarihinin en ilginç oyunlarından birine takmıştım: Roller Coaster Tycoon 2… Bu oyunda oyuncunun görevi para kazanan, ilgi çeken, kalabalık lunaparklar tasarlamaktı. Bunun için çevre düzenlemeleri yapmak, her yaş grubuna uygun yüksek mühendislik isteyen yapılar inşa etmek, gerekli personeli almak ve kampanyalarla insanları çağırmak gerekiyordu. Emniyeti gevşetirsen şiddet, temizlik personeline maaş ödemezsen kirlilik, iyi düzenlemeler yapmazsan grevler artıyordu. Giriş ücretleri ne çok yüksek, ne çok az olmalıydı. Gazoz ve bira fiyatları düşerse tuvaletler önünde kuyruklar oluyordu ve bu gibi yüzlerce şey aynı anda oluyordu.

***

Oyunun en devrimci yanı üzerine tıkladığın anda parktaki herhangi bir insanın gözüyle parkta gezebilmendi. Üç beş bin kişinin dolaştığı dev parklarda herkesin gözüyle dolaşabiliyordun. Küçük bir çocuk gözüyle bakarsan baloncuları ve dondurmacıları arıyordun, yaşlı bir adam gözüyle bakınca gürültücü gençlere öfkeyle gözlerini dikiyordun, güvenlik görevlisi gözüyle bakınca kenar köşede içki içenler hemen dikkatini çekiyordu, temizlikçi gözüyle bakınca yerdeki çöpleri görüyordun. Herkesin sevdiği ve şikâyet ettiği konular vardı. Stratejik planlama bölümüne girince bu şikâyet ve mutluluklardan müşteri profilinin beklentilerini çıkartıyordun. Başlangıçta basit gibi görünen, ilerledikçe akıl almaz bir hale gelen çağının ötesinde bir oyundu.

***

Aynı yıllarda, 1 Mayıs kutlamaları sırasında genç bir eylemcinin şehir süsü olan beton bir saksı içindeki çiçekleri tekmelediği görüntülendi. Bu görüntü medyada uzun süre tartışıldı, çiçek düşmanı eylemci yerle bir edildi. Herkes bu eylemcinin iğrenç bir insan, bir sistem hatası olduğu konusunda uzlaşmıştı ki Mehmet Ali Birand, “Bir de eylemcinin gözüyle bakalım” dedi… O yıllarda Birand, şu an otuz yaş altı olanların hayal bile edemeyeceği programlar yaparak, toplumun en kenara ittiği insanların gözlerini ekrana yansıtıyordu. Bu eylemciyi çiçeklerden böylesine nefret ettirecek hale getiren neydi? Ne yaşamıştı? Neye karşı öfkeliydi?

***

1994 krizinden sonra reklam stratejistleri “Türkiye gibi ülkelerde D ve E segmentini dikkate almaya gerek yok. Çünkü bu insanlar hâlâ mübadele sistemiyle yaşıyorlar ve ticari reklam dünyası için anlamsızlar” demişti. Mantıklı gibi görünen bu sav hemen kabul gördü. O günden sonra uzun yıllar boyunca hiçbir reklamcı D ve E segmentlerini dikkate almadı, hatta çoğu zaman C2 bile görmezden gelindi. Marka alacak parası olmayan birine reklam harcaması yapmanın ne anlamı vardı? Doksanların başında yeni kanalların çıkmasıyla özgürleşen reklamcılık için bu görmezden gelme durumu “endüstri standartı” oldu. Reklamlar A, B1, B2 ve C1 için yapıldı. Bu reklamlarda beş nesildir proteinle beslenmiş uzun boylu ve hayli sağlıklı insanlar lüks otomobillerinden çıkıp bahçeli evlerinde aile yemekleri yiyordu. Sarışın ve mavi gözlü figüranların paraya para demediği, Zekeriyaköy’deki prodüksiyon şirketlerine kiraya verilen birkaç bahçeli evin her gün başka reklam için kullanıldığı yıllardı.

***

Türk reklam endüstrisi C2, D ve E segmentlerini görmezden gelerek nesiller büyüttü. Görülmeyen bu insanlar ülkenin yüzde 80’ini oluşturuyordu. Sokaklar, hastaneler, okullar, evler bu insanlarla doluydu. Onlar her yerde vardılar ama reklamlarda yoktular. Bilgisayar oyunundaki gibi Türkiye’yi bir lunapark olarak tasarlasak tek tek insanların üzerine tıklayıp, hayata onların gözüyle bakabilirdik. Reklamlarda hiç görünmeyen şu başörtülü teyzenin gözleriyle baktığımızda, o teyzenin aslında yirmi yedi yaşında olduğunu, alkolik eşinden dayak yediğini, iki çocuğunu rutubetli bir evde yaşatmak için ona “kadın” diyen akranlarının evlerine temizliğe gittiğini görebilirdik.

Yolda sessizce yürüyen şu bıyıklı ve kambur adamın bir restoranda bulaşıkçılık yaptığını, büyük oğlu fabrikada prese kolunu kaptırdığı için dünyasının yıkıldığını ve artık çok yaşlandığından her an işten atılabileceğini görebilirdik.

Çiçekleri tekmeleyen bu eylemcinin gözleriyle bakarsak, göz karartan bir öfke görürdük. Çünkü ne zaman kimlik kontrolü yapılsa doğum yerinden ötürü onu içeri alırlardı, ömrü sabahın beşinde amale pazarında beklemekle geçmişti ve cebinde beş kuruşu yoktu. Eylemcinin gözünde bu şehir ondan nefret ediyordu, o da bu kentten nefret ediyordu.

***

Reklamcıların görmediğini AKP gördü. AKP görmezden gelinen milyonların birikmiş kinlerinin partisi olarak doğdu… Aç sınıfın haklı laneti ülkeyi sardı. Lahmacuncular, nargileciler, kokanlar, oduna makarnaya oyunu satanlar, reklamlardaki cici beyleri ve kibar hanımları üzdü. Bu esnada Birand da gitti, Hrant da; Yaşar Kemal okunmaz, Ruhi Su dinlenmez oldu. Şu elinizdeki elmas değerinde gazete ve birkaç benzeri dışında halkı gören, onları dert edinen kimse kalmadı.

Görmezden gelinen milyonlar kendilerini gösterdiler. Biz varız dediler. Sağcılık bu insanların öfkesini siyasal ranta çevirdi. Meydan boş olduğu için açık sınıfsal öfke, arkaik kalıplarla tanımlandı.

Kendine solcu diyenlerin çoğu, uzun zamandır kimsenin gözüyle bakmıyor hayata. Birçoğunun gözleri de miyop galiba, o nedenle baksalar da sadece birbirlerine bakıyorlar. Memleket bu nedenle üçkâğıtçı sağcıların elinde kalıyor. Görmezden gelinen milyonlar belki de bu nedenle en zor şartlarda bile siyasi tercihini değiştirmiyor. “Bu garip durumu anlamak için kafa yormak gerek” dediğim için linç yemeye alıştım.

Hayata solcu gibi değil de, reklamcı gibi bakarsak olacağı buydu ve oldu. Halkın gözüyle bakmayı unuttukça, meydan lümpen Karagözlere ve elitist Hacivatlara kaldı. Karagöz dövdükçe, halk güldü. Hacivat dayak yese de ödeneğini almaya devam etti. Yirmi yıl işte böyle geçti.

Bağzı “solcular” sağcılara itibar edip, onlarla poz poz fotolar verdikçe aklıma hep Alp’in sözleri geliyor: “Başlatma ulan sağcıların gözüne, dünyaya bir kez de solcu gibi bak”