Ben hâlâ meselenin iktidar değil, devlet olduğunu düşünüyorum, bozuk bir makineye benzeyen devlet. Siyasete düşman olan ve onu bitirmek için askeri darbelere ihtiyaç duyan devletin çaresizliği ile iktidarın gücü arasında doğru bir orantı görüyorum. Biz bu kadar içeriye, içerinin bataklığa dönen gündemine saplanıp kalmışken, bir çıkış yolu bulacağımıza dair umutsuzum. Duygulardan yer kalmıyor düşüncelere, konu ne olursa olsun, anlık ve tepkisel her şey, kolayca parlayıp sönen… İktidar da oyununu böyle kuruyor, kışkırtıp umursamayarak…

Blanchot, “Savaş baskısı altında yazmak, savaş üzerine yazmak değildir; sanki savaş insanın yatağını paylaştığı eşiymiş gibi (bu eşin size bir yer, bir özgürlük payı bıraktığını kabul ederek) savaşın ufkunda yazmaktır” diye yazmıştı “İtiraf Edilemeyen Cemaat”te... Bir ufuk yok, sadece eleştiri ve nefret var, mağduriyet var, kendine ve başkasına acıma, boşluk ve boşluktan korku var.

Ufku olmayan bir isyan, bir yere varmadığı için görülen ve uyanılan bir rüyaya benziyor. Gezi, görülen bir rüyadan fazla bir şeydi, ama çoğu kişi bir rüya gibi hatırlıyor, çünkü gerçeklik diye kabul edilen bu bataklığın dışında bir hayatın olduğuna, olacağına inanamayanlar çok. Gerçek miydi bütün o yaşananlar, gerçekse şimdi yaşadığımız ne?

Yağmur başlıyor ben bunları düşünürken, sanki yanımda Blanchot var, bakışları dumanlı, sisler içerisinde yol almak için belki de öyle bakmak gerekiyor. Bresson, sinemada bakışın önemini anlatırken sevgililerin saatlerce birbirlerinin gözlerine bakıp nasıl baktıkları gözlerin rengini hatırlayamadıklarından bahseder, çünkü baktıkları bir organ olarak göz değil, bakışın kendisidir, o bakıştaki kendisidir, seven ve sevilen, büyüye yakalanmış kendisi... Bizim gözlere değil, bakışa ihtiyacımız var, önümüzdeki ufku görebilmek için.

Blanchot, iyi düşünülmediği taktirde iyi mücadele edilemeyeceğini yazmıştı aynı kitapta. Hayal kırıklıkları, cam kırığı gibi battığı için mi düşüncelere, böylesine uzak, kaçak düşünür olduk, bağlanmaktan korkanlar gibi düşünmekten…

Önceki gün, çimlere uzanmış, bulutların ardında bir görünüp bir kaybolan güneşe bakarken, bütün olup bitenler, yani saçma, akıl dışı gibi gelen her şey, kocaman bir acizlik gibi göründü gözüme. Bu acizliğin en önemli nedeni, yaşadığımız toprakların sahip olduğu birikimi kullanmayışımız. Yaşar Kemal, Sabahattin Ali gibi yazarlar, bu toprakların birikimine inanmışlardı. İnanmasalar, neden bütün o zorluklara göğüs gersinlerdi ki, sadece mecbur oldukları için mi? Türkülerini, ağıtlarını, hikâyelerini dinlesen, köylüsüyle tarlada, işçisiyle fabrikada çalışsan, sen de inanırsın belki, inanır mısın? Ben inandım, birileri bana enayi misin diye çıkışsa da, varsa bir bedeli taktım yakama görünmeyen bir çiçek gibi. En ufak bir yanlışı büyütüp bütün bir sınıfa, halka mal etmenin, gerçekte bir yansıtma olduğunu düşündüm, kafandaki gibi olması gerekmiyordu hiçbir şeyin, aşk dahil, önce bunu kabul etmek gerekiyordu belki ve ucuz kahramanlıkların sadece kendine zarar vermediğini… Neden inanmıyoruz, neden o köylü de, işçi de inanmıyor kendisine, inanacağı birisini arıyor sürekli, üstelik biliyor da o inandığı kişinin gerçekte kendisini daha sefil hallere düşüreceğini. Tuhaf bir kendini küçük görme, kendine acıma hâli sarmış her yeri, sahte bir özgüvenle…

Solcusu da, sağcısı da okumuyor çünkü yeterince, hatta sağcılar tekrar tekrar aynı değersiz şeyleri okuyor olsalar da daha çok okuyorlar sanki. Belki kitle kültürünün etkisi, bilgiyi küçümseme ya da kolay bilgi, hap bilgi, yüksüz, belleksiz yaşama biçimi… Bilgi, bir yük çünkü, edinmek için çaba gerektiriyor ve kısa süreli bir faydası da olmayabiliyor. Her şey, bilgisayarlar, akıllı telefonlar gibi hızlı olsun, pratik olsun isteniyor, aşk bile, çünkü vaktimiz yok. Herkes aynı şeyi söylüyor, kitap okumaya, sinemaya gitmeye vaktimiz yok. Facebook’a bakınca, herkesin vakti bolmuş gibi gözükse de…

Bize düşünce isyanı lazım, duygusal isyanlar değil. Bu bozuk, kan sıçratan, ağır mı ağır, hantal mı hantal devlet makinesinin fişini prizden çekip gürültüsünden bizi kurtarıp düşünmeye sevk edecek bir isyan. Çok mu zor, imkânsız mı? Sokakta, yağmurun altında kollarımı açıp Bataille’ın şu sözlerini haykırıyorum: “Dostlarım! Camları tozlu havasız evler gibi: Gözleri kapalı, göz kapakları açık!”