Türkiye’de pek çok doktor ülkeyi terk ediyor. Çalışma koşullarının ağırlığı, ekonomik nedenler yanında “sağlıkta şiddet” meselesi en fazla öne çıkan nedenlerden bazıları. Ülke yönetiminden doktorlara karşı kullanılan yıpratıcı dili de bunlara ekleyebiliriz.

Büyük hastanelerde görev yapan doktorların çalışma koşullarını yakından görme imkânım olmuştu değişik vesilelerle.1990 yılının eylül ayında SSK emeklisi babam beyin kanaması sonucu Göztepe Hastanesi’nin geriatri bölümüne kaldırıldığında geceli-gündüzlü bir hafta onun yanında refakatçi olarak kalmıştım. Dört katlı hastanenin her katında iki ayrı bölümde 80 hasta yatıyordu. Gece sadece 1 nöbetçi doktor vardı!.. O tarihte yoğun bakım ünitesi de yoktu. Durumu ağırlaşan hastalarla birlikte acilden gelenlerle de bu nöbetçi doktor ilgilenmek zorundaydı. Bir gece nabzı giderek düşen hastanın yakınları doktorun yanına gidip “Hastamızın durumu çok kötü ne olur gelin” diye yalvarıyorlardı.

Peki, doktor ne yapıyordu?

Mide kanaması geçirmekte olan yeni gelen hastaya oksijen tüpü bağlamaya çalışıyordu. Sonunda bağladı ve gördü ki tüp boş! Tüpü söktü yenisini istedi 5-6 dakika içinde yenisi geldi, neyse ki o doluydu!.. Hasta stabil hale geldi, genç doktor karşı koridora koşarak gitti. Nabzı düşen hastanın yakınları doktoru şöyle karşıladılar:

-Allah belanı versin!..

Doktorun rengi soldu. Başını iki yana sallayıp hastanın nabzını kontrol etti. İğne yaptı. Hasta biraz kendine geldi. Doktor başı önde odasına yöneldiğinde saat 02.40 olmuştu, altı saat önce masasının üzerine bırakılmış akşam yemeğine bakıp hasta bakıcısına seslendi:

-Hasan bunu aşağıya bırakır mısın?

Hastanede geçirdiğim bir haftanın sonunda babamı kalp krizi sonunda kaybettik. Öğle üzeri başlayan sancılı kıvranışları (yoğun bakım ünitesinden yoksun hastanede) doktorların tüm çabalarına karşın sonuç vermedi. Kardiyologlar ellerinde elektro şok aletiyle babamın bulunduğu koğuşun kapısından ağır adımlarla çıkarken kardeşimle ben anlamıştık babamızı kaybettiğimizi!.. En arkada babamın doktoru Nihal Hanım vardı. Yanımıza geldi ağlayarak “En iyi durumdaki hastamdı” diyerek kardeşimle bana sarıldı. Biz ona teşekkür ediyorduk, o ise hıçkırarak ağlamaya devam ediyordu. Doktor Nihal’in soyadını ölüm anı telaşıyla almadığıma hâlâ yanarım. Yukarıdaki anımı hatırladıkça da gözlerim dolu dolu olur!

***

İlk emekli maaşımı 20 Ağustos 1999 günü Üsküdar’daki Emlak Bankası’ndan almıştım. Çarşıdaki dükkânlardan birine girdim “10 adet battaniye” dedim. Kavurucu yaz sıcağında bu isteğimi anlamaya çalışan dükkân sahibi sordu:

-Deprem için mi?

-Evet!

-O zaman üç bin değil iki bin lira ver!

-Sen bana 5 battaniye daha ver.

İlk emekli maaşımın diğer yarısıyla da yandaki dükkâna girip paramın yettiği kadar koyu renkli iç çamaşırları istedim. Kadın tezgâhtar da aynı soruyu sordu:

-Deprem için mi?

-Evet.

-O zaman bunu da alın diyerek bir torba dolusu çocuk iç çamaşırını bana uzattı.

17 Ağustos 1999 Büyük Marmara Depremi henüz üç gün önce yaşanmıştı. Kendiliğinden oluşan bu dayanışmanın sıcaklığı göz yaşartıcıydı.

***

Zonguldak’ta 3 Mart 1992’de meydana gelen Kozlu maden faciasından sağ kurtulan işçilerden biriyle röportaj yapıyordum. Patlama anını anlatıyordu:

-Bizim galeride çalışırken büyük bir patlama sesiyle birlikte yere kapaklandık. Üzerimizden sıcak bir alev topu geçti. Sonra kalktık, kendimizi kontrol ettik, bir şeyimiz yoktu.

-Ne yaptınız?

-Patlamanın olduğu galeriye doğru gittik.

-Kaçıp yukarı çıkmak aklınıza gelmedi mi?

-Çıkıp ne yapacağız ki, arkadaşlarımız göçükteyken… Yine aşağı biz inmeyecek miyiz?

Ölümün eşiğinden dönmüş insanların kendilerini değil de başkalarının hayatlarını düşünmeleri, bir yeryüzü cehennemi halindeki ocakta kalmayı seçmeleri insan olmanın en üst hali değilse nedir?

Bu hikâyeler aklıma geldikçe hep aynı duyguyu yaşarım:

-Gözlerim dolu dolu olur!