Salı sabahına doğru yüksek ateş ve titremeyle uyandım. Birkaç gündür, yeterince dertli olan sağlık sistemine yük olmamak için, ateş düşürücülerle kendi kendimi tedavi etmeye çalışmıştım ama hastalığım artmıştı. Hal böyle olunca kalkıp giyindim. Türkiye Hacamatçılar Federasyonu’nun telefonuna davrandım. Defalarca çaldırdım açan olmadı. Demek ki acil hizmetleri yok dedim. Sonra sırt çiğneyiciler ya da bel çıtlatıcıların bir hizmeti var mı diye bakındım. Onları da bulamadım.

Kendimi sokağa attım. En yakındaki özel hastaneyi geçtim. Dışarıdan baktığımda pek bir sıra yoktu, ama müşterisi az olanın hizmeti iyi değildir mantığından hareketle onu geçip biraz daha uzaktaki devlet hastanesine geldim. Acil servisin kapısını bulana kadar soğukta ateşim az biraz düşmüştü. İçeriye girdiğimde herkesin yeni gelen hastaya (bana) acıyarak baktığını hissettim. Azıcık ana baba günüydü ama çocuklar da vardı. Bankoya yöneldim. Boştu. Hasta çoktu, memur yoktu. Biraz bekledikten sonra bir teyze geldi. Ben hasta sandım. Memurmuş. “Sorun nedir?” diye sordu (gerçekten teyze gibiydi). “Çok erken” dedim. “Anlamadım” dedi. “Saat” dedim. “Çok erken, onun dışında bir de ateşim var, titriyorum” dedim. Yüzüme en teyze haliyle bakıp bilgisayara bir şeyler yazdı sonra da çıkardığı barkodu bana verdi. “Bekle seni çağıracaklar” dedi. “Sen mi? Sen mi? Canın sağ olsun” dedim.

Devlet dairesinde kaale alınıp kendisine bilgi verilmiş insanın mutluluğu ve huzuru içinde akıllı uslu birisi gibi gittim koltuklardan birisine oturdum. Hemen yanıma bir hemşire geldi (zaten bir hemşire vardı). “Hoşgeldiniz, ne içerdiniz?” dedi. “Bir Türk kahvesi alayım. Orta şekerli lütfen” dedim. “Onu evinde de içersin kuzucum” dedi. “Spesiyaliniz neyse onu alayım” dedim. Sesini yükseltti. “Kolunu aç da şu tansiyonuna bakayım artık” dedi. Titreyerek kendime geldim. “Sen mi? Canın sağ olsun” dedim”. Oralı olmadı “10/6” dedi. “İyi mi?” dedim. Cevap vermeden gitti. Bir süre daha bekledim. Yalnız sıra numaraları hayli ilerdeydi, inanamadım. Hasta sayısı 126, içerideki hasta 11’di. Sabırla bekledim, yedi dakika sonra sıram geldi.

Ya her bir hastaya 3.33 saniye zaman ayırıyorlardı ya da sistemde bir bozukluk vardı. Anlayacaktım. Yabancı soyadlı bir doktor beni çağırdı. Ön yargıyla yaklaştım (Bunları Türki cumhuriyetlerden falan mı getirmişler diye düşündüm). Irkçılık böyle bir şeydi. Herhalde insanın ateşi arttıkça ırkçılığı yükseliyordu. Oysa ihtiyacımız olan azıcık sağduyu, geri kalan her şey için master kard dedim. Saçmalıyordum ama bir yandan da engel olamıyordum. İçeri girdim. Beni ayakta karşılayıp buyur ettiler. Hoş geldin beş gittin, Ortadoğu’daki gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz, aman bu beş hececi akım daha aşılamadı gibi muhabbetlerden sonra doktor tam kahvelerimizi söylemişti ki, hemşire ateşimin çok fazla çıkmış olduğunu söyleyip beni dürtükledi. Baktım ne kahve var ne muhabbet. Yarı uyuklayan halim durağandan pozitife dönünce, doktor şikâyetimi dinledi (12.5 sn). Ciğerimi dinledi (7 sn), boğazıma baktı (1.2 sn) sonra da “Çok fazla enfeksiyon var” dedi. “Ateşim çıkar mı?” dedim. “Çıkmış ya” dedi. “O zaman ver mehteri” dedim. Anlayamayan anlamayan gözlerle baktı. “İlaçlarınızı mutlaka kullanın, aslında zorda kalmadıkça antibiyotik yazmıyoruz, ama size yazacağım” dedi. “Sağolun” dedim. “Rapor da vereceğim. Aslında zorda kalmadıkça vermiyoruz” dedi. “E zaten biz de zorda kalmadıkça tedavi olmaya gelmiyoruz” dedim. Bana yine garip garip baktığını gördüm. İlaçlarımı yazdı. Teşekkür ettim. Çıkarken saydım, birisi ayakta, birisi sandalyede, dört tanesi yatakta, altı hasta -dışarda bir çoğu- ve tek doktor ve tek hemşire ve sabahın beşiydi.

Sonra nöbetçi eczaneye gittim. Üçüncüsünde ilaçlarımın tamamını bulabildim. Sonra iyi bir yurttaş olarak düşündüm, düşündüm, düşündüm. Sonra düşünmekten vazgeçtim. Daha iyi bir yurttaş olarak tekrarlaya tekrarlaya evin yolunu tuttum: Grip bir halk sağlığı sorunu değildir, grip bir halk sağlığı sorunu değildir, grip bir halk sağ…