Bireyin sorunlarına odaklanmış, toplumsal muhalefetten uzaklaşmış, burjuva estetiğini sahiplenmiş, tüketim toplumunun ihtiyaçları ve isteklerine uygun sanattaki anlam; egemen sınıfların egemen pozisyonlarını devam ettirmelerini sağlayan mistifikasyonun meydana geldiği yerdir. Böylelikle güzellik, sanat ve saflık nosyonları devamlılık kazanır, yönetilen kitleler bir yandan reklamcılığın diğer yandan da ‘güzel’, ‘yüceltilmiş’, ‘iyi’, ‘hayranlık uyandıran’ın yaylım ateşine maruz kalarak “çatışmanın olmadığı şiddetsizlik’ durumunda tutulur. Dolayısıyla sistemi gerçek anlamda eleştiren, karşı çıkan, yalnızca ilerici/bütünlüklü bir sanatın değil, aynı biçimde belgeselin ve fotoröportajın da geliştirilmesinin önündeki engel, estetik burjuva estetiği olur.

Bu tarz bir üretimi benimsemiş sanatçı ve görüntü üreticileri, egemenlerin dilini ve tekniğini kullandıkları içindir ki, sanatçıları öznel olarak ilerici gibi görünseler de üretimleri burjuva olmaya, burjuva tüketim toplumunun ihtiyaçlarını karşılamaya devam etmektedirler. Güç ile korkaklık arasında bir yerlerdedirler. Nerede durdukları, nereye baktıkları belli değildir.

Başka bir açıdan bana; “nereden bakıyoruz,” sorusu, Charlie Chaplin’in göçmen filminden bir sahneyi çağrıştırıyor. Fırtınaya yakalanmış ve şiddetle sallanan bir geminin tüm yolcularının iskele-bordaya yüklenip deniz tuttuğu sahne... Herkes kusarken Chaplin, seyirciye arkası dönük şekilde, bacakları geriye tekmeler savurarak sancak-bordadan sarkmaktadır. İzleyici onu deniz tuttuğunu düşünürken Chaplin birden kendini yukarı çeker ve bastonuyla bir balık yakaladığını görürüz. Yönetmenin ustalığı; çekimin yapıldığı açı ve kamerasını konuşlandırdığı yer tercihidir, ki izleyicinin algısını da yönlendirir. İkinci sahneyi göstermeseydi, izleyici birinci durumdan başka bir şey düşünmeyecekti.
Fotoğrafçılar/fotomuhabirleri ve olaylara tanıklık eden kameramanların, kendi güvenliklerini düşünerek tomaların ardında konuşlanarak görüntü üretmeleri gibi... Bir yerde nereden baktığımız nasıl baktığımızı belirliyor. Nasıl baktığımız da nereden baktığımıza bağlı.

Direnişin içinden iktidar ve güç nasıl görünüyor? Bakmak şart...

Ne yazık ki, neoliberallerin aydınları ve sanatçıları ve tabii ki iktidar medyasının fotomuhabirleri ve habercileri de hiç bu açıdan bakmadılar, bulundukları yerde iyi beslendiler, güvenlilerdi bir de.

.. İktidarlar; kendisi için daha ileri bir demokrasiyi hayata geçirmek, geçmişi anmak/unutturmamak, onların açtığı yoldan yürümek, haklarının mücadelesini vermek, eşit ve adil bir gelecek adına ortak paydada birleşen topluluklardan korkarlar. Karşılığında başvuracağı şiddet ise otoritenin ‘gösterisi’ne dönüşür.

Weil, İlyada’yı çözümlerken: “Şiddet başat olduğunda güçlü tam anlamıyla güçlü olmadığını, güçsüz tam anlamıyla güçsüz olmadığını düşünmez...” der. İktidar; elindeki toması, akrebi, gazı, mermisi, hapishaneleri, yasaları ve yasaklarıyla güçlü olduğunu düşünür, ama aynı zamanda güç için o kadar çok enstrümana sığınmasının, korkaklıkla arasında bir bağ olduğu iktidarın aklından geçmez. OHAL yasalarıyla kültür yapılarına kayyum atarken de, ülkeyi aynı zeminde seçime götürürken de, barış isteyeni içeri tıkarken de, savaş çığlıkları atanlarla ittifak kurarken de böyleydi bu. Faşizm gelirken, güç ile korkaklık arasındaki bu bağ şiddeti yükseltir, faşizm elini kolunu sallayarak tırpanıyla kol gezer, ölüm fabrikalarından faşizmin kara dumanı püskürtülür.

Üstelik Nazilerden farklı olarak artık toplama kampları yaşam alanlarımızdır.