Güle güle Azize Abla

Ölüm haberini sosyal medyada, Ayşe Durukan’dan duydum. Hürriyet’te yıllarca altlı üstlü odalarda çalıştıklarını anlatmış. İşini ne kadar severek, şikâyetsiz yaptığından söz etmiş. Öyledir, işini o kadar seviyordu ki, surat asmanın aklına bile gelmeyeceğinden eminim.

Seksen beş yaşındaki Fatma Güven Azize Bergin (adının böyle uzun olduğunu da bilmiyordum), solunum yetmezliği yüzünden bu dünyayı terk etti. Kızı Ayşe Fulya Özsu ile birlikte Bodrum, Turgutreis’te yaşıyormuş. Kızı onun Bodrum’u çok sevdiğini, bir yıl önce, kalan ömrünü burada geçirmek için birlikte Bodrum’a geldiklerini söylemiş. Ruhunu Akyar Cami’inden kuş gibi uçurmuşlar.

Ama benim tanıdığım, örnek aldığım, adı geçince gözümün önüne gelen Azize Abla hep yaşayacak. En son, Hürriyet’in yan yayınlarında karşımda oturuşunu hatırlıyorum. Acaba Bülent Denli editörlüğünde çalışırken miydi, yoksa kısa sürede kapanan Hürgün’e destek olmaya mı gelmişti, onu hatırlamıyorum işte. Daktilo makinesiyle karşımda, sağ çaprazıma doğru otururdu duvarın önünde. Sanki bilgisayara hiç geçmemişti gibi geliyor. Süratle çeviri yapmasını, haber yazmasını, hep güler yüzle çalışmasını hayranlıkla izlerdim. Yaptığı işi seven insanları hep sevmişimdir. 1960’lı yıllarda Hayat ve Ses Dergisi’ne yazdıktan sonraki 33 yılını Hürriyet gazetesinde ve ağırlıklı olarak Kelebek ilavesinde çalışarak geçirdi. 2007’de Hürriyet’ten emekli oldu.

Kızı da onun çalışkanlığından söz etmiş. “Mesleğini bu kadar çok seven bir insan görmedim,” diyor. “Ona bir iş verildiği zaman mutluluktan uçuyordu.... Onun dağarcığından 15 dakikada yazı çıkardı.” Ben de onu hep çalışırken hatırlıyorum. Ne sorsan cevap veren, arşivinden ihtiyaç olan bilgiyi veren eski usul bir gazeteci...

Ama zaten ben sadece Azize Abla’nın değil, o eski gazeteciliğin de yasını tutuyorum. Daktilolarda tıkır tıkır yazan insanlar (bilgisayara geçişimiz hayli sancılı olmuştu), birlikte yenen sandviçler, çay ocağından söylenen çaylar (eh, sigara da içiyorduk tabii), sohbetler. Çalışma ortamı çok daha iyiydi, arkadaşlık havası hakimdi. Her şeyden önce ne merkezi sansür vardı, ne de öz sansür.

Babıali’nin ilk kadın gazetecilerinden, çevirmen Azize Bergin Ablamız da bizi bırakıp gidince, bir dönemin kapandığını bir kez daha hissettim. Milliyet’te birlikte çalıştığımız, başı sıkışana hep yardım eden, işini ciddiye alan Vasfiye Özkoçak da o dönemin gazetecilerindendi. Ne mutlu bize ki, bazılarıyla birlikte çalışma şansına eriştik. Bu yakınlarda yitirdiğimiz Nail Ağbi, Nail Güreli de bizden önceki döneme aitti. Ama bizim dönemimizin de en iyi gazetecilerinden biriydi.

Yalnız onlar da değil. Kendime bakıyorum da, gazeteciliğe nispeten geç başladığım halde, ben bile eskimişim. Hâlâ yazılı basına dört elle tutunmaya çalıştığımız da bir gerçek. Benden çok genç arkadaşlarım, bir dönem editörlerim: Tülay Bilginer, Leyla İsmier Özcengiz, Deniz Gök de eskilerin yetiştirdiği birinci sınıf gazetecilerdi. Kendi başına ayrı bir sınıf oluşturan Tuğrul Eryılmaz’ı da unutmuyorum. Tuğrul, hem hocaydı, hem arkadaş. Doğrusu en sağlam fırçaları da ondan yemişizdir.

Azize Ablacığım, hakikaten bütün bir devri temsil ediyordun. Sizler gittikten sonra kimi kendimize örnek alacağız? Yoksa artık, yaş icabı, biz mi örnek oluyoruz? Ama benim anladığım şekliyle gazeteciliğe örnek olabileceğimden pek emin değilim. Sense öyleydin, huzur içinde uyu.